Kültür, Dil ve Egemenlik...
Temmuzun ikinci haftası, Festivali kapsamında gerçekleşen EĞİTİMSEN
panelinde yer almak üzere Hopa’daydım. Konu “Nasıl Bir Eğitim
Nasıl Bir Kültür İstiyoruz”du. Panelin diğer konuşmacısı
olan EĞİTİMSEN Genel Başkanı Alaaddin Dinçer “Nasıl
Bir Eğitim İstiyoruz” konusunu ele alırken ben de “Nasıl
Bir Kültür İstiyoruz” konusunu irdelemeye çalıştım.
Panelin düzenlendiği Hopa, kültürel olarak farklı grupları
içinde barındıran ve bu kültürlerin birlikte iç içe yaşamak
zorunluluklarından doğan sıkıntıları uzun yıllar
göğüsleyen bir ilçeydi. İlçede ağırlıklı
olarak temel iki etnik grup yaşamaktaydı; Bunlar Lazlar ve hemşinnilerdi.
Lazlar nüfus olarak yoğun ve ekonomik olarak da daha zengin oldukları
için yıllarca diğer kültürler üzerinde hiyerarşi kurmuşlardı.
Günümüzde ise gittikçe artan nüfusları ve ekonomik durumlarındaki
iyileşmeyle birlikte hemşinniler de artık bölgede sözü
geçer durumdadılar...
Diğer gruplar, gürcüler kürtler ve poşalar ilçe sınırlarında
azınlıkta kaldıkları için sürtüşmeler daha çok hemşinniler
ve lazlar arasında olmaktaydı. En son çatışma Hopa Belediye
seçimlerinde olmuş, hemşinlilerin desteği ile ÖDP belediye seçimlerini
kazanmıştı.
Ben konuşmamı yaparken tüm bu bileşenleri dikkate almak
zorundaydım. Bu konuda iki hhandikabım vardı.
Birincisi Türkiye gerçeğinden kaynaklanan handikaptı ki kültürel
çeşitliliğe dayalı bir mozaiğin parçalanmasına zemin
yaratacak söylemlerden kaçınmaktı önceliğim, ikincisi
ise yöredeki kültürel farklılık ve iki temel etnik grubun kültürel
hiyerarşi mücadelesini aşıp ortak bir dil ve ortak bir paylaşım
üzerinde uzlaşı yapmayı başarabilmeliydim.
Yukarda sözünü ettiğim özellikle birinci sorun, aslında Türkiye’de
her türlü dil ve Kültür tartışmasında karşılaşılacak
bir sorundu.... Siz her ne kadar kültürlerin korunması deyimiyle,
her kültürün kendi değerleri, türküleri, hikayeleri, dil ve edebiyatı
ile bir var olma biçimi olduğunu ve bir varlık sorunu olarak yaşatılması
gerektiğini söylemeye çalışıyor olsanız da, birileri
bunu ayrımcılık yapma çabası olarak algılayabiliyor ve
sizi bölücülükle suçlayabiliyordu.
Aynı şekilde insanların kendi etnik dillerinde konuşabilmesini,
kendi türkü ve derlemelerini söyleyebilmesini, kendi atalarına ve
geçmişlerine ait öykü ve hikayeleri kendi dillerinden aktarabilmesini
kendini gerçekleştirebilme, yeniden var edebilme hakkı olarak görmeniz
karşısında da bu birileri garip bir paniğe kapılabiliyor
ve sizin ülkeye, vatana, Türkçe’ye ihanet ettiğinizi düşünebiliyordu.
Bir noktada ben de bu kaygılara katılabilirim belki, o da anadilde
eğitim konusunun nasıl algılandığı ve kapsamı
ile ilgili noktadır.
Anadilde eğitim, yukarıda da bahsettiğim anlamda, yani
insanların kendilerini kendi etnik dilleri ile ifade etmeleri, varoluşlarına
dair öz değerlerini ve kültürlerini kendi etnik dillerinde yaşatmaları
bağlamında gerçekten savunulması gereken bir haktır.
Ama iş her önüne gelenin bir dil tutturup o dili kendi anadili ilan
edip başka bir dil tanımamaları, özellikle de bu tavrı
yaşadıkları ülkenin resmi dili konusunda takınmaları
savunulabilir bir şey değildir. Böyle bir ortamda her etnik grup
sadece kendi dilinde konuşulanları anlayabilecek, sadece kendi
dilini konuşanlarla anlaşabilecek diğer etnik gruplarla aralarında
kopukluklar olacaktır.
Aynı ülke sınırları içinde birbirine yabancılaşmış
insanlar oluşmuş olacaktır böylece.
Bir ülkede yaşayan insanların birbirine yabancılaşması
demek olan bu durumdan daha vahimi ise bir devletin vatandaşlarının
kendisine, yaşadığı sisteme ve yönetime yabancılaşmasıdır.
Böyle bir durumda devlet vatandaşına ne isteklerini anlatabilir ne de
o topluluk üzerinde bir yönetim kurabilir, yani bu koşullarda otorite boşluğu
kaçınılmaz olur.
Bir otorite boşluğu durumunda ise bu boşluğu başka güç
odakları dolduracağı için, artık kendisinin vatandaşı
olmaktansa başka güç odaklarının etkisine girmiş, mevcut
otoriteye yabancılaşmış bireylerlerle karşı karşıya
kalır devlet. Devleti tanımayan bir birey vergisini ödemez, yasalara
uymaz, devlete karşı asli görevlerini yerine getirmek istemez.
Ayrıca devletin değerlerini ve eğitim kurumlarını
yok sayarak devletin oluşturmaya çalıştığı ortak
bilinci ve ideolojiyi reddeder.
Oysa devletlerin en önemli görevlerinden birisi de, vatandaşlarını
bir arada tutacak ortak bir bilinç ve ideoloji oluşturmaktır. Bu da
ortak bir dille olur ancak. Ortak bir dil olmadan herkesin ortak bir paydada
buluşabileceği ortak değerler sistemi ve bilinç oluşturmak
mümkün değildir. Ortak bir bilinç ve değerler sistemi olmadan da
bir devleti yönetmek...
İşte dil ile egemenlik arasında böylesine birebir ilişki
bulunmaktadır. Dilin hakimiyetinin devletin kontrolünden çıkması
demek, o kitlenin hakimiyetinin de devletin kontrolünden çıkması demektir.
Bunun için devletler resmi dil dışındaki dillere korkuyla
yaklaşırlar ve başka dillerin hakimiyetine asla sıcak
bakmazlar, bakamazlar... Çünkü böyle bir durum, az öncede değindiğimiz
gibi, farklı dilde konuşan ve anlaşan topluluklar üzerinde
devletin otorite boşluğunu yaratır. Yine yukarıda değindiğimiz
gibi, bu otorite boşluğunu da başka güçler, başka iktidar
odakları kapatmaya çalışır ve bu da bölünmeye
kadar gidebilecek ciddi sorunlar yaratır ki hiçbir devlet buna izin vermek
istemez.
Devletlerin dil ile ilgili hassasiyetini bu şekilde ortaya koyduktan
sonra, insanların kendilerini özgürce ifade edebilmesini savunan bizlerin
bu konudaki tutumu nasıl olmalıdır, bu konuyu irdeleyelim
şimdide.
Buna geçmeden önce, üzerinde konuştuğumuz konu kültür olduğuna
göre, kültür diyorum çünkü dil üzerinde durmamız kültürün en önemli
taşıyıcı aracı olması bakımındandır,
ama asıl meselemiz kültürdür, bu açıdan burada kültürün
herkesin anlayacağı dilden bir tanımının yapılması gerekir.
Kültür, insanların yeme, içme, barınma, giyinme, eğlenme,
evlenme, ölüsünü öbür dünyaya ağırlama, doğan bebeğini
karşılama gibi, hayata dair her türlü ihtiyacını karşılama
biçimidir.
İnsanların karınları acıkıyorsa yemeklerini nasıl
pişirdikleri, nasıl sundukları, nasıl süsledikleri bir kültürdür.
Bunun için bir Fransız mutfağı var, Çin mutfağı var,
İtalyan mutfağı var, Türk mutfağı var. Yine ülkemizden
örnek verirsek, bir Urfa’nın kebabı, Karadeniz’in hamsili ekmeği,
laz böreği, kayganası, Çerkezlerin kendine has mezeleri vs.var.
Yine aynı şekilde insanların evlerini nasıl yaptıkları,
nasıl döşedikleri, ne tür araçlara baş vurdukları, ne tür
süslemeler kullandıkları bir kültürdür. Bunun için bir Afrikalı’nın
evi Bir Japon’un evine, bir Avrupa ortaçağ mimarisi,Osmanlı Mimarisine benzemez.
Yine insanların Ölüme dair değişik inançları vardır
ve ölülerini değişik şekillerde değişik törenlerle
öbür dünyaya uğurlarlar. Kimisi ölüsünü yakar, kimisi gömer, kimisi
de eski Mısır’lılar gibi, öldükten sonra tekrar dirileceğine
inanarak mumyalayıp saklar. Gerçekten de tarihte Mısır’lıların
ölüme dair farklı inançları ve değer yargıları
olmasaydı bugün belki de Mısır Piramitleri ve
mumyaları olmayacaktı.
Yine her topluluk hayatlarının en önemli olayı olan evlilik törenlerini
ve düğünlerini farklı tarzda ve farklı eğlence biçimleri
ile yapar. Bu ülkeden ülkeye değiştiği gibi, aynı ülke sınırları
içinde yöreden yöreye, köyden köye bile değişebilir. Nasıl
ülkemizde türkülerimizin, halaylarımızın, çalgılarımızın,
horonlarımızın ilden ile, bölgeden bölgeye, köyden köye
değişebildiği gibi...
Aynı şekilde giyim, eğlence anlayışı, hatta doğan
bebeği karşılama ve buna ilişkin adetler de her toplumda
farklı farklı gerçekleşir. Bütün bu farklılıklar
insanlığın zenginliği ve hazinesidir. Dünyada bu çeşitlilik
olmasaydı başka yerleri ve medeniyetleri merak diye bir şey söz
konusu olmazdı. Kültür turizmi diye bir şey söz konusu olmazdı.
Gerçekten de her insan topluluğunun, kendi ihtiyaçlarını
kendi yaratıcılığını kullanarak kendi tarzında
giderebilme yeteneğinin olması, bir güzellik bir zenginliktir insanlık
adına.
Ama tek bir egemen kültür sizin adınıza her türlü ihtiyacınızı
gidermeye ve kendi tarzını size benimsetmeye başlarsa; nasıl
yiyeceğinizi, nasıl giyeceğinizi, evlerinizi nasıl döşeyeceğini,
binalarınızı nasıl yapacağınızı,
sevgilinizle nasıl flört edeceğinizi, evliliğiniz, törenleriniz,
şarkılarınız, eğlenceniz konusunda neyin nasıl
olması gerektiğini size söylemeye başlarsa, işte bu noktada
sorun başlar.
Bu yaşama dair en doğal ihtiyaçlarınızı gidermede
dahi yetersiz olduğunuzu, başkalarının tarz ve yöntemlerini
taklit etmeye muhtaç olduğunuzu gösteriri ki, bir süre sonra bunu yabancılaşma
ve varlık sorunu takip edecektir.
Yani var oluşunu kendi yaratıcılığı ve düşünceleriyle
yeniden üretemeyen, sürekli başkalarının empoze ettiği değerlerle
karşılayan bir toplum olma tehlikesi ile karşı karşıya
kalınacaktır. Bunun sonucu da öz değerlerini yitirmek, kendisi
olmaktan çıkmak ve yyabancılaşmak olacaktır.
Sadece bu tehlikeye karşı bile kültürel zenginliklerimizi korumalı
ve üzerine yenilerini koymalıyız. Önceden sahip olduğumuz mirası
da kullanarak ihtiyaçlarımızı olanaklarımız elverdiğince
kendi tarzımızda ve kendi yöntemlerimizle giderme yollarını
bulmaya çalışmalıyız.
Sonra bu yolları çoğaltmalı, çeşitlendirmeliyiz ki biz
yapan değerler de çoğalsın ve kültürümüz zenginleşsin.
Birileri bizim adımıza nasıl yaşayacağımızı söylemesin.
Kültür’ün insanlık açısından önemini bu şekilde
ortaya koyduktan sonra şimdi bu konudaki duyarlı tavrın ne olacağına
geçelim.
Bana göre devletlerin, ya da siyasi iktidarların kültürlere karşı
tutumu tabii ki özgürlükçü ve destekleyici olmalıdır. Kültür,
insanın kendisi olma, kendisini özgürce ifade edebilme özgürlüğü
olarak kabul edilmeli ve bu konuda ne kadar çok ifade tarzı ve farklılık
bulunursa bu dünyamız adına, insanlık adına o kadar büyük
bir zenginlik ve değer olarak düşünülmelidir.
Bununla birlikte, eğer bir devletin sınırları içinde ve
o devletin vatandaşı olarak yaşamayı kabul etmişsek o
devletin kendi varlığına dair kaygılarını da
anlamak gerekir. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir devlet
kendisini yok edecek oluşumlara özgürlük adına izin verme lüksüne
sahip değildir. Bu konuda gerçekçi olmak gerekir.
Eğer kültürlerin yaşatılması için diller mutlaka
gerekliyse bu diller tabii ki yaşatılmalı ama dil
konusu egemenlikle bu kadar yakından ilişkili bir kavramsa, devletin
dil üzerinde kontrol kurmaya çalışması da doğal karşılanmalı.
Burada sorun bu kontrolün derecesi ve diğer dillerin varlık
sorununa ilişkin kısıtlamalar ve özgürlüklerin nereye kadar
kullanılabileceğidir.
Dili kontrol etmek bir yere kadar ama dilin yaşam alanlarını,
kullanım alanlarını yok edip sonra biz kültürleri yaşatmak
istiyoruz, buyurun destekleyelim kültürlerinizi yaşatın demek bir çelişkidir.
Çünkü Dil kültüre vücut vermenin, onu ifade etmenin ve aktarmanın en
önemli aracıdır. Siz bu aracı yok ettikten sonra kültürleri yaşatalım,
onları yarına aktaralım deme hakkına sahip değilsiniz,
derseniz de samimi olmaz. Dilsiz bir Kültür soluk alamaz, yaşayamaz...
Bu açıdan insanların kültürlerini yaşatmasından
bahsediyorsak bunu etnik dillerini yasaklayarak yapamayız. Türkülerini
susturarak, şiirlerine engeller koyarak, yayınlardan dillerini
kaldırarak yapamayız.
Bununla birlikte, devlet tabii ki vatandaşlarına hitap
edecek ortak bir dil oluşturacak ve bu dille anayasasını,
kurallarını, kanunlarını anlatacak vatandaşlarına.
Gerekirse halkını bir arada tutacak ortak değerler yaratmaya
çalışacak ve bunu da eğitim yoluyla, eğitim sistemi
ile yapacak kaçınılmaz olarak... Ancak bu şekilde bir
devlet vatandaşları üzerinde egemenlik kurabilir ve ülkesini yönetebilir.
Bizlerin vatandaş olarak yapacağı ise, en başta dil ve kültür
üzerinde haklar iddia ederken ya da özgürlüklerimizi savunurken etnik
milliyetçilik ve şovenizmden kaçınmaya çalışmak ve kültürü
bir var olma biçimi olarak algılayarak ona göre sahip çıkmak olmalıdır.
Yoksa Kültürü ve dili bir iktidar, bir egemenlik aracı olarak görmek
ve bunu birtakım güç odaklarına yaranmak için kullanmak kimseye
yarar getirmeyecektir.
Bölücülük bizi eksiltir çoğaltmaz, biz ise burada kültürümüzü
ve dilimizi çoğalmak ve zenginleşmek adına savunuyoruz.
Ayrıca hiçbir şekilde hiçbir etnik kültür bir başka kültür
üzerinde hiyerarşi kurmasından yana olmamalıyız. Kültürler
arası etkileşim kapitalizmin diğer kültürler üzerinde oluşturmaya
çalıştığı hakimiyet gibi ezici, yok edici olmamalıdır
asla. Aksine zenginleştirici, dönüştürücü ve çoğaltıcı
olmalıdır.
Son söz, Kültür başta da belirttiğimiz gibi, bir topluluğun
kendine özgü değerlerle kendini yeniden üretme biçimidir. Her topluluğun
en temel ihtiyaçları olan yeme, içme, giyme, doğum, ölüm, barınma,
evlenme, eğlenme gibi ihtiyaçlarını kendine özgü bir tarzda
karşılama biçimidir.
Siyasi iktidarlar toplumların bu ihtiyaçlarını nasıl karşıladığına,
toplumsal hayatın ve sistemin güvenliğine ilişkin bir tehdit söz
konusu olmadığı müddetçe karışmamalı ve
toplumu rahat bırakmalıdır.
Toplumlar kendi kendilerini ifade etmede, hayata dair, yaşama dair
ihtiyaçlarına cevap vermede özgür olmalı, yaratıcılıkları,
farklılıkları kısıtlanmamalıdır.
Susturulan bir toplumdan güzel şarkılar güzel türküler üretmelerini
bekleyemeyiz. Siyah beyaza boyanmış bir tabloda denizin mavisini gülün
kırmızısını göremeyiz. Düşünce özgürlüğü
olmayan bir kuşaktan güzel yarınlar yaratmalarını isteyemeyiz...
Bu kalemi olmayan bir çocuğa resim çiz demek olur...
______________
ÇİĞDEM ŞAHİN Yar.Doç. Dr. İstanbul Üniversitesi
İktisat Fakültesi
cigdem@acikgazete.com
Kaynak: acikgazete.com |