Memleket....
O zamanlar küçük bir çocuktum....
Bahçesinde yalın ayak dolaştığım ve bunun için annemden ve halamdan dayak yediğim günleri hatırlıyorum... Dereye inerdik balık tutmaya, kimselere de haber vermezdik. Eve döndüğümüzde fındık ağacının filizleriyle bir dayak seramonisi başlardı. Bagene kaçardık...
Çok güzel bir serentimiz vardı. Bir şey lazım olduğunda hep ben gidip almak isterdim. Pekmez zamanı arılardan yana hep şanssızdım... Küçük pencerelerimizden karşıdaki tepeleri seyrederken hep dağların ardını merak eder, çay bahçelerindeki kadınların sıra sıra inişlerini sayardım… Bir yağmur başlardı önce hafiften, "geçer" derdim, ama günlerce sürerdi. O yağmurda çay bahçelerinde çalışanların yağmura aldırmadan işlerine devam etmelerine hem şaşırır hem de üzülürdüm.
Evimizin arkasında heybetli bir armut ağacımız vardı. Bir gün sırf ağaçta armut yemek gibi bir hayalin peşinden koşarak ağaca çıktım. İnemedim tabii. Kimseye de inemediğimi çaktırmıyorum ki benimle dalga geçmesinler... Sonunda epeyi zaman geçmiş olacak annem geldi ve bana tam anlamıyla; ''heg mu ikom tutisteyi? -orada ayı gibi ne yapıyorsun?-'' dedi... O kadar çok armut yemiştim ki karnım ağrıyor ve aşağıya inemiyordum. Sonunda bir merdiven yardımıyla indirildim. Bizlere bahçeden salatalık koparmak da yasaktı. Ama her yasağı deldiğimiz gibi o da bize vız gelirdi. Babam hep derdi ki; salatalık ve kabak yapraklarının altına kangubad saklanırmış... İlk anlattığında gözlerimin büyüdüğünü hatırlıyorum. Bahçeye her girdiğimizde önce ''acaba gerçekten var mı?'' diye düşünerek ve tedbiri de elden bırakmadan gözümüze kestirdiğimiz küçük salatalıkları çaktırmadan koparır ve hızla bahçeden çıkardık... En çok isinaya ve değirmene gitmeyi severdim. Küçük şelaleleri seyretmeye bayılırdım. Havanın en sıcak olduğu zamanlarda dereye büyük taşlardan set yapar derinleşen yerde yüzerdik...
Evimizin arkasındaki patika yoldan komşu evlere giderdik. Ama ben o yoldan her zaman ürkmüşümdür. Amcam çok hastaydı ve o yaz öldü... Evin arkasındaki mezarlığa defnedildi. Evin mutfağı bizim aile mezarlığımıza bakıyor. Bir bardak su alamazdım yalnız başıma. O yaz öylece geçti gitti ve ben otobüs hareket etmeden ağlamaya başladım. Ta ki Trabzon'a kadar... Her zaman benim özel isteğim üzerine deniz tarafına bakan yerden koltuk alınır. Ben denizi seyredip ağlarken İstanbul'a dönerdik... Okulun tatil olmasını ve memlekete gitmeyi iple çekerdim doğrusu....
Yine yaz geldi. Annem ve iki kız kardeş yine yollara düştük. Ve tabii yine ben cam kenarını ele geçirmiş bir şekilde memleket yollarındayız... Neyse Samsun'a kadar uyukladıktan sonra sahil şeridinin o güzelim manzarası eşliğinde yolculuğum da şenlendi... Işıkların denize yansıdığı, yükselip alçalan yol güzergahı beni bazen korkutsa da yosun ve deniz kokusunu içime çekerek, hiç değilse memlekete beni biraz daha yaklaştıran otobüs şoförüne dua ederek, güzelim manzaralar eşliğinde sabahı iple çektim. Çünkü sabah demek memleket demekti. Gün ağarmış, Rize geçilmiş. Ben tabelaları her geçen dakika garip bir kalp çarpıntısı ile okurken son ilçe sınırı da geçildi. Herkes uyuyor, Trabzon'dan sonra inenler epeyce fazlalaştı, en çok da Rize'den sonra. Artık otobüste sadece sekiz veya on kişi kalmıştık ve benim için final... Otobüsten indik ve bizi köye götürecek minibüs telaşı başladı... On dakikalık bir yolculuktan sonra artık köydeydim. Öyle dingin, öyle güzeldi ki köyüm.... Sıra sıra komşu evleri geçtikten sonra nihayet fındık ağaçlarının arasında ve hafif yamaçta duran evimiz belirdi... Uzaktan bakınca sanki en güzel ev bizim evimizdi. ''Ben buradayım'' diyordu ve bizi çağırıyordu... Babaannem bizi duzide görünce kollarını açarak ağlaya ağlaya inerdi bayırı... Ve işte ben en çok bu anları severdim...
Şimdi düşünüyorum da, çocukken korkutulduğumuz şeylere gülüp geçiyorum... O çok sevdiğim serentimiz ve o canım evimiz yok artık çünkü büyüklerimizin söylediğine göre 80 – 90 senelik bir serentiymiş ve o kış çok kar yağdığından yıkılıvermiş. Evimize gelince bir yangından sonra eski temellerinin üzerine yeniden yapıldı ancak ne yazık ki eskisinin yerine kötü bir betonarme olarak... Babaannem yok, o ayrılışlar ve buluşmalar yok... Halalar yok... Çocukluğumda gitmek için kıvrandığım, özlemini iliklerimde hissettiğim memleketim, büyüdükçe uzaklaştığım ya da uzaklaştırıldığım yer oldu. Yıllarca gurbetlik çektik. Buna en büyük etken de büyüklerimizin aralarındaki anlaşmazlıklardı. Hatta bir ara memlekete gitmek babamız tarafından yasaklandı. Yaklaşık 10 yıl kadar bir süre gitmemiştim memleketime.
Okulun yarı yıl tatilinde kuzenimle Samsun'a gitmiştik. Teyzemlerde kalıyoruz. Gittiğimin daha üçüncü günü memleket yangını başladı. İki memleketin tam ortasındaydım ve sonradan olacaklara göğüs gererek babamın karşı çıkmalarını da umursamayarak, bizim oralardan geçen ve Ağrı'ya giden bir otobüsten bilet aldım. Çünkü o aralar bir de bayram üzeriydi ve bizim otobüslerde yer yoktu. Ben kafama koymuştum, ne olursa olsun gidecektim.
Aslında Samsun'a gitmekteki amacım biraz da memlekete yakın olmaktı. On yılın sonunda biraz kalpleri kırarak da olsa köyüme gittim bir kış günü... Sırf memlekete yerleşmek için işimden ayrıldığım, daha doğrusu İstanbul'u terk ettiğim zamanlar oldu. Sırf her şeyi bana terk ettiren memleketimi merak ettiği için, gelmesin diye bahaneler uydurmama rağmen İstanbul'dan iş teklifiyle gelen bir arkadaşım beni tekrar buralara getirdi... Son bir kez baktım otobüsün camından ardıma... ''Neden aylıyorsun'' dedi arkadaşım... Elimi kaldırdım ve konuşmak istemediğimi belirttim... Cama yasladım başımı, yağmur yağıyordu, deniz bulanık ve dalgalıydı. Ağladım, ağladım... Beni koparmıştı oradan, içten içe kızıyordum ona ve inadına... Bense sanki kurulmuş bir robot gibiydim adeta, ne işim vardı, niye dönüyordum... Elimde değildi. Neydi bu böyle. Sonra ilk molada bir çay içtik ve bir sigara tüttürdüm... Ona o zaman zarfında yazdığım yazılarımdan birini okuttum...
Döndü ve bana; ''Özür dilerim, ben senden uzakta yaşayamam, sırf bunun için sana iş buldum seni merak ettim, sen benim tek dostumsun, bize telefonlar yetmez, burada iş yok güç yok ne yapacaksın?''
''Lütfen sen de beni anla'' diye nutuk çektikten sonra, ''neyse tamam artık tekrar dönmek benim elimde nasıl olsa boş ver her şey olacağına varır'' dedim ve memlekete yerleşme kararım orada bitti...
Böyle bir şey işte bilmeyenler için memleket... Her kavuşmamız ayrı ayrı hatıralarla dolu ve her ayrılışımız hüzünlerle... Şimdi adeta gurbette değil sürgündeyiz... Dağlarına, derelerine, yağmur yüklü bulutlarına, ağaçlarına, kuşlarına, evlerine, insanlarına yazdığım şiirler ve sadece çocuğuma anlatacağım anılarım kaldı... Bu yüzdendir ki memleketim benim kavuşamadığım yarimdir. Ve bu yüzdendir ki ben memleketime aşığım...
Hanife Gültekin |