ÜSTÜMÜZDEN GEÇTİ BULUT
Hiroşima'dan Çernobil'e (3)
Kutsiye BOZOKLAR
Nükleer
santraller sürekli çevre kirliliği yaratan, tümüyle dışa bağımlı,
atıklarının saklanması sorunu olan, kurulması ve işletilmesi
gibi sökülmesi de yüksek maliyet içeren ve bu nedenle de pahalı olan işletmelerdir.
Kazalarda yaşanan nükleer sızıntı bir yana nükleer atıkların
saklanması ve imhası sorunu 50 yıldır çözülememiştir.
Aslında atık sorunu santral aşamasından önce de gündemdedir.
Bir kilogram yakıt elde etmek için 5 yüz ile 5 bin kilo radyoaktif kayanın
yeryüzüne çıkarılıp işlenmesi gerekir. Yani daha
uranyumun madenlerden çıkarılması ve zenginleştirilmesi sırasında
radyoaktif atıklar üretilmeye başlanır. Nükleer santrallerde
ise, enerji üretiminde kullanılan uranyum zamanla fakirleştiğinden
yenisiyle değiştirilir. Bu sirkülasyon başlı başına
kirlilik üretir.
Kullanılmış yakıtlardan oluşan
radyoaktif atıkların saklanmasında günümüzde 3 yöntem kullanılmaktadır.
Bunların ilkinde kullanılmış yakıtlar yeniden işlenir.
Uranyum ve plütonyum geri kazanılır, kalan kısım ise
depolanır. İkinci yöntemde kullanılmış yakıtlar
havuzlarda 10 ila 50 yıl bekletildikten sonra jeolojik oluşumlara
yerleştirilir. Son yöntemde ise atıklar, yeniden işleme ve doğrudan
depolama konusunda karar verilinceye dek geçici depolama tesislerinde ve
varillerde bekletilir. Ancak bu varillerin Türkiye dahil pek çok ülkeyi
“ziyaret” ettiği bilinmektedir. Atıklar için kalıcı bir
çözüm bulunabilmiş değildir sözün özü. Durum bu yüzden geçici
depolama yöntemleriyle çözülmeye çalışılmaktadır.
Nükleer
santrallerde yakıt olarak radyoaktif elementler kullanılır.
Normal olarak 3-5 yıllık bir işletmeden sonra, kullanılmış
yakıt çubuklarının reaktörden çıkarılarak yeniden işletme
tesisine gitmeden santrallerin civarındaki havuzlarda veya göllerde soğutulması
gerekmektedir. Bu tonlarca kullanılmış yakıt çubuğu,
reaktörlerin normal çalışma sürelerince devam eden nükleer
reaksiyonlar sonucunda ortaya çıkan ve bozunma ömürleri yüzlerce yıl
olan binlerce yeni radyoaktif izotop içerir. Yani reaktörden çıkarıldıktan
sonra yaklaşık 1 milyon defa daha fazla radyoaktiftir. Ve hala oluşan
yeni izotopların radyoaktif bozunmalarından ötürü ısı üretmektedirler.
Bu yakıtlar içindeki en önemli yeni izotop ise yakıt çubuklarındaki
uranyum 238'den nötron bombardımanı sonunda yaratılan plütonyum
239’dur. Plütonyum 239’un diğer atıklardan ayrıştırılması
için tonlarca yakıt çubuğu yeterli derecede soğutulduktan sonra
yeniden işleme tesislerine gönderilerek nitrik asitte çözdürülür.
Geriye kalan ve
sıvılaştırıldığı için 200.000 defa daha
fazla hacim kaplayan bilyonlarca metreküplük, yüksek seviyeli sıvılaştırılmış
radyoaktif atıkların da çelik tanklarda çevreden binlerce yıl
yalıtılması gerekmektedir. Nükleer santrallerdeki asıl
sorun işte budur. Çünkü bu çelik tanklar 10-15 yıl içerisinde yüksek
düzeyli, asidik ve sürekli radyoaktif ışınım sonucunda çatlar.
ABD’de Hanford Nükleer kompleksinde olduğu gibi çevreye sızarak,su
ve besin zincirine katılır. Bazen de 1957’de ve 1993’de Rusya’da
Çhelyabinsk ve Tomsk-7 nükleer komplekslerinde olduğu gibi patlar. Aynı
nedenlerden dolayı son dönemlerde en güvenli yöntem olarak görüldüğünden
jeolojik depolama için camlaştırılan atıkların da
belli bir süre sonra, mikroskobik çatlaklar yaptığı ve camın
yapısını bozarak çevrede sızıntıya neden olduğu
İsveç’teki uygulamalar sonucu ortaya çıkmıştır.
Radyoaktif bir
çekirdeğin aktivitesinin yarıya inmesi için gereken süreye “yarı ömür” denir. Radyoaktif bir maddenin 10 yarı ömürden sonra
aktivitesinin sona erdiği söylenmektedir. Radyoaktif atıklar arasında
bulunan Stronsiyum 90 ve Sezyum 137 gibi çekirdeklerin yarı ömrü 28 ve
30 yıldır. Plütonyumun ise 24 bin yıl. Bu durumda bir plütonyum
stokunun aktivitesinin pratik olarak sona ermesi için aradan tam 240 bin yıl
geçmesi gerekir. Dünyada nükleer santraller çalışmakta ve sürekli
atık üretmektedir. Ve hala emperyalist silah sanayinin plütonyum ihtiyacı
vardır. Şimdilik hiçbir insan tasarımını nükleer atık
sorununu çözmediği bilinmektedir. Ne radyoaktivite ne de emperyalizmin
agresif yapısı değişmeyecektir. İhtiyaç ortadadır.
Yarılanma süreleri
binlerce yılla ölçülen radyoaktif elementleri içeren bu atıkların
insana ve çevreye zarar vermeden korunabilmesi imkansız olduğu gibi
çok pahalıdır da. Nükleer enerjinin yaygın olarak kullanıldığı
Amerika’da radyoaktif atık sorunu üst boyuttadır. Toplam 45 bin
depolama sahasında, 3 milyon metreküpten fazla yer kaplayan bu maddelerin
depolandığı sahalardan temizlenmesi için ortalama 300 ila 500
milyar dolarlık bir bütçenin ayrılması gerekmektedir. Bu ise
hemen hemen bugüne dek nükleer enerji santralleri için yapılan harcamaya
eşittir. 1987 yılında yüksek seviyeli atıkların
depolanması için Yucca Dağları’nda çalışmalara başlanmıştır.
Toplam inşaat maliyeti 26 milyar dolar olan tesise sadece yer seçimi için
6 milyar dolar harcanmıştır. Ancak şimdilerde Nevada hükümeti
ile Federal hükmet arasında deponun yeri konusunda sorun yaşanmaktadır.
Nevada Hükümeti’nin Federal Yüksek Mahkeme’ye başvurması
nedeniyle açılış 2010 yılına ertelenmiştir.
ABD’de yapılan anketlerde halkın yüzde 65’i santrallere karşıdır.
Çernobil’den sonra projelendirilen 128 santral iptal edilmiştir.
Bir nükleer
santralin normal çalışması esnasında
çevreye yaydığı yada kaza sonucu ortaya çıkan
radyasyon, canlılara besin ve solunum yoluyla geçer: Işınlama
canlı hücrelere meydana getiren atomları ve molekülleri iyonize
ederek yapılarını bozar, kansere yol açar. Nükleer santrallerin
çevresinde yaşayanlarda kanser vakarlarında yüzde 400 artış,
genetik mutasyonlar sonucu normal olmayan doğumlar, yaygın lösemi
hastalıkları görülmüştür. Örneğin İngiliz Hükümeti,
Sella Feield Nükleer Santrali’nde çalışanlara, lösemi oranları
ile ilgili araştırma sonuçları ışığında,
çocuk yapmamalarını önermiştir. Fransızlar ise reaktörlere
30 kilometre yakınlıkta oturanların kanser riskinin 0 kat arttığını
tespit etmişlerdir. İspanya’da uranyum içeren reaktörlerin çevresinde
oturanlarda lösemi riskinin artmış olduğu saptanmıştır.
Aslında nükleer
santrallerde yaşanan kazalar gizlendiği için bu kazalarda radyasyona
maruz kalan kişilerin radyasyondan nasıl etkilendiğine dair sağlıklı
veriler yoktur. Hiroşima-Nagazaki ve nihayet Çernobil sonrası bir takım
sonuçlara ulaşılmıştır. Bu araştırmalar
sonucunda radyasyonun insan sağlığı üzerindeki kimi akut ve
kronik etkileri saptanmıştır. Bir defada yüksek doz radyasyona
maruz kalınması sonucu Akut Radyasyon Sendromu denilen bir tablo oluşmaktadır.
En çok rastlanan klinik belirtiler kemik iliği ile ilgili olarak ortaya çıkmaktadır.
Kemik iliği insan vücudunda radyasyona en duyarlı organdır.
Kemik iliğinin radyasyondan zarar görmesiyle kanama, deri döküntüleri,
saç dökülmesi görülmekte, halsizlik, anemi gelişmekte,
gastrointestinal sistem başta olmak üzere birçok organ etkilenmektedir.
Radyasyonun
kronik etkileri ise genetik ve kanserojendir. Bu etkilerin ortaya çıkması
için herhangi bir eşik dozu bulunmamaktadır. Radyasyona maruz kalınması
durumunda; akut ve kronik lösemi, meme, akciğer ve troit kanserlerinde artış
olduğu saptanmıştır. Hücre ölümü, yanıklar, bağışıklık
isteminde yetersizlik, göz lensinde yıpranma, saptanabilen hasarlar olarak
görülmektedir. En önemli hasar ise kuşkusuz gelecek nesilleri
etkileyecek olan hücrelerde mutasyondur(genetik yapının bozulması).
Bunun doğum anomalileri dışında kuşkusuz kanser oluşumunu
hızlandırmak gibi de bir etkisi vardır.
Çevre İçin
Hekimler Derneği’nin açıklamasına göre yapılan
projeksiyonlarda yaklaşık 200 bin kişinin Çernobil’in etkisi
ile kansere yakalanacağının öngörüldüğü söylenmektedir.
Çernobil kazası hakkında bu güne dek 5000 civarında tıbbi
araştırma yayınlanmıştır. Kazadan sonra bölgede
kanser oranı 20 kat, kalıtsal bozukluklarla doğan bebek oranı
2,5, tüberküloz hastalığın yakalanma riski ise 10 kat artmıştır.
Türkiye’de elde yeterli veri yoktur. Karadeniz yöresinde görülen kanser
vakalarının kazayla doğrudan ilgili olup olmadığının
bilinmediğini söyleyen uzanmalara göre, şu anda bölgede en çok
rastlanan kadınlarda meme, erkeklerde akciğer kanseridir. Son yıllarda
kan kanseri oranında artış saptanmıştır.
Bu gün nükleer
enerji yoluyla elde edilen elektrik dünya çapında üretilen elektrik
enerjisi toplamının yüzde 15,2'sidir. 1970’lerde yapılan
tahminlerde bunun 2 katı bir rakam öngörülmüştü. Ama gelişmeler
tahminleri doğrulamadı. Avrupa’da 1989 yılında 172 olan
reaktör sayısı 149’a düşmüş durumdadır. Gelişmiş
ülkeler artık nükleer enerjiyi bir çözüm olarak görmemektedir. İsveç’te
halihazırda 2010 yılında devreye girmesi beklenen 1 milyar dolarlık
Kuzey Avrupa’nın en büyük rüzgar çiftliği için çalışmalar
yürütülmektedir. Alternatif ve yenilenebilir enerji kaynaklarına doğru
bir yönelime girilmiştir.
Nükleer
santralin nükleer silah demek olduğu biliniyor. Çünkü plütonyum nükleer
füze başlıklarının yapımında kullanılıyor.
Türkiye’nin nükleer santral merakının altında böyle bir
hevesin var olduğu tahmin edilebilir. Gelecek için 10 nükleer santral
projesi yapıldığıysa Çernobil felaketinin 19.yılında
açıklandı. “Biraz radyasyonun insana iyi geleceğini” savunan
bir mantıktan nasıl bir güvenlik anlayışı çıkabileceği
konusunda ise tahmine gerek yok…
Türkiye ne yazık
ki “kaza” konusunda çok şaibeli bir sicile sahipti. Nükleer
santrallerde radyoaktif ışımanın neden olduğu malzeme
yorgunluğunun kesin olarak hesaplanamaması ve belirlememesi bir yana nükleer
santrallerde insan hatasının dönüşü yoktur. Çernobil kazasında
malzeme erimesine karşı güvenlik payının büyük tutulmasına
karşın ergime gerçekleşmiştir. Gelişmiş ülkeler
ve en gelişmiş teknolojik koşullarda bile kazalar kaçınılmaz
olmaktadır. Oysa Türkiye bir çöplüğün patlayıp 38 kişininçöp altında kalarak can verdiği bir ülkedir. Tanker, trafik ve doğal
gaz facialarının rutinleştiği, Ataş Rafinerisi’nin
etrafında yaşayan Karaduvar Mahallesi sakinlerinin çok iyi bildiği
gibi en basit güvenlik sorununun sürüncemede bırakıldığı,
uzmanların uyarılarına rağmen sürdürülen hızlı
tren seferleri sonucunda faciaların yaşanıp yönetenlerce
“takdir-i ilahi” olarak görüldüğü ülkedir.
Türkiye’de Çernobil’in
yarattığı sorunların üstünü örtenlerden Ahmed Yüksel Özemre,
1987 yılında TAEK Başkanlığı görevinden alındıktan
sonra “1150 ton nükleer atığın Isparta’ya gömüldüğünü,
800 ton atığın da Konya’da bir un fabrikasında yakıldığını”açıklamıştı. Nükleer atık piyasasında çok
paralar döndüğünü belirten Özemre; TAEK başkanlığı
sırasında “bir alman firmasının 4 bin ton hafif ve orta
radyoaktif çöpü Türkiye’ye gömmek üzere TAEK’e 40 milyon mark teklif
ettiğini” söylemişti. Gömülen çöpler konusu epey tartışıldı.
Atıkların 27 Aralık 1987 tarihinde Türkiye’ye getirilip
Antalya Limanı’nda GÖLTAŞ Çimento Fabrikasına ait 86 kamyonla
Isparta’ya taşındığı belgelendi. Ama söylendiğine
göre bu atıklar sonradan geri gönderilmişti. TRANSTENKO adlı
şirket atıkları taşıdığını kabul
etti. Ancak, tam yerini bilmemekle beraber Belçika ve Hollanda’ya geri götürdüğünü
iddia ediyordu. Gerçek olan Türkiye’ye sokulan bu nükleer atıkların
geri döndüğüne ilişkin hiçbir belgenin olmamasıydı. GÖLTAŞ
firması Şevket Demirel’e aitti. Şevket Demirel, Süleyman
Demirel’in ağabeyi ve Egebank hortumcusu, hayali ihracatçı Murat
Demirel’in babasıydı.
Türkiye’nin
ilk nükleer sızıntı tehlikesi ise 1993 yılında yaşandı.
Ve gerçek tam 4 yıl sonra bilimsel bir toplantıda açığa çıktı.
Kaza Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde (ÇNAEM)
TR_2 adı verilen havuz tipi araştırma reaktöründe meydana
geldi. Kazaya soğutma suyu içerisindeki “Kobalı 60” oranının
birden bire 180 kat artmasının neden olduğu belirlendi. Bu durum
radyoaktivitenin 18 bin Bekerele dek yükselmesi anlamına geliyordu ki yörede
yaşayanlar için yaşamsal tehlike demekti. ÇNAEM’den iki bilim
insanı ABD’nin Arizona eyaletinde yapılan bir toplantıda;
“Kaza geçiren TR-2 reaktörü’nün yeniden normal çalışması
için radyoaktif atığın biriktiği tankların boşaltılması
gerekir” demişlerdi. Fakat tanklardaki sıvı, atık arıtım
tesisinde boru bağlantısı olmaması nedeniyle aktarma yapılamıyordu.
Tanklar yalnızca toplama ve bekletme tankı olarak düşünüldüğünden
arıtma amacına yönelik teknik ekipmana sahip değildi. Buna rağmen
uzmanlar tanklardaki radyoaktivitenin normal seviyeye indirilmesi için
“kimyasal çökertme uyguladı ve arıtılan 63.2 metreküp sıvı
deşarj edildi”. Yani kaza sonucu ortaya çıkan artık kimyasal
yoldan arıtıldı ve sıvı kısmı doğaya bırakıldı.
Kısaca radyoaktif atık Küçük Çekmece Gölü’ne döküldü.
İhmal ve
sorumsuzluğun ne gibi traji-komik sonuçlara yol açabileceğini gösteren
son olay ise; 1999 yılı Ocak başında İstanbul İkitelli’de
hurdacılık yapan iki kardeşin 1 ton 850 kilo ağırlığındaki
iki kurşun bloğu almasıyla yaşandı. Radyasyonlu kurşun
bloklar kesilmeye çalışılırken bu bloklar içinde
radyoaktif Kobalt 60 maddesi açığa çıktı. Civarda yaşayan
yüzlerce kişi halsizlik, baş dönmesi ve kusma gibi şikayetlerle
hastanelere akın etti. Birkaç kişinin parmaklarının
erimesiyle olay kapandı. TAEK’e bağlı Çekmece Nükleer Araştırma
ve Eğitim Merkezi Müdür Vekili Yaşar Özal; “Radyoaktif maddenin şu anda çevreye zarar vermemekle birlikte, çok yüksek derecede radyasyon
yaydığını” açıkladı. Oysa TAEK kurum olarak
radyoaktif maddelerin ve cihazların Türkiye’ye getirilişinden,
kullanım ve denetlenmesinden ve yurttaşların radyasyon güvenliğinden
sorumludur. Yedi santimetreküplük bir nükleer atığın bile
etkisiz hale getirilmesini doğru dürüst beceremeyenlerin santral konusunu
nasıl çözecekleri meçhuldür.
Kapitalizmin
ahlakı paradır. Paraya çevrilmeyen değer yoktur. ABD ve Avrupaellerinde kalan ve yeni sipariş sayısı azalan nükleer
santralleri azgelişmiş ülkelere pazarlamak peşindedir. Nükleer
hevesleri olan Türkiye iyi bir Pazar gibi görünmektedir. Ancak emperyalist ülkeler
aynı zamanda Türkiye gibi ülkeleri nükleer atık çöplüğü
gibi kullanmak istemektedirler. Kamuoyu denetimi olmayan, kurumsal düzenlemeleri
ve denetim yapıları yetersiz Türkiye benzeri ülkeler giderek nükleer
çöplüğe dönüştürülmektedir. Radyoaktif atıklar nükleer
enerjinin ve emperyalist egemenliğin sürdürülmesi için üretilen nükleer
silahların geleceğe bıraktığı ölümcül bir
mirastır. Nükleer atık maliyeti çok yüksek olduğu için atıklar,
kimi zaman Mısır ve Etiyopya örneğinde olduğu gibi yasal
hibelerle, kimi zaman da yasa dışı yollarla Türkiye benzeri ülkelerin
başına bela edilmektedir. Akkuyu santrali için 2000 yılında
yapılan ihaleye en düşük teklifi veren, Fransız Framatom ve
Alman Siemens’in ortak olduğu NPI Şirketi dünyanın çözüm
bulamadığı nükleer atıkların Toros Dağları’nda
güvenli bir şekilde depolanabileceği önerisini yapmaktadır.
Nükleer enerji
teknolojisi eskimiş, yarattığı sorunlara çözüm bulunamamış,
50’li yılların ütopyaları sönmüştür. Emperyalistler
her zaman olduğu gibi eski teknolojileri geri kalmış ülkelere
pazarlayarak maliyeti onların sırtına yüklemek peşindedir.
Türkiye’nin değil bir nükleer kazayla, 7 santimetreküplük bir tüple
bile baş edecek donanımı yoktur. İTÜ Enerji Enstitüsü Müdürü
Profesör Doktor Hasan Saygın “Bilim ve Gelecek” dergisinin Şubat
2005 tarihli 12’inci sayısındaki yazısını şöyle
noktalamaktadır: “Bütün bu güncel bilgilerin ve verilerin ışığında, bu alanda var olan ciddi sorunlar ve
belirsizlik ortamı nedeniyle içinde bulunduğumuz zaman aralığının,
nükleer güce ilk adımı atmak ve ülkemizin ilk reaktörlerini kurmak
için uygun olmadığı çok açıktır. Bunun için
bilimsel, teknolojik, etik, ekonomik hiçbir gerekçe bulunmamaktadır. Dünyanın
ileri ülkelerinin nükleer enerjinin geleceğinin belirsizliği
konusunda konsensüse varmış olmalarına karşın, tüm bu
sorunları göz ardı ederek yalnızca tablonun bir bölümüne
bakmak, dünyadaki mevcut nükleer reaktör sayısına, yetmişli yılların
eskimiş argümanlarına dayanarak zamansız bir teknoloji
transferini doğru göstermek kabul edilemez. Bu doğrultuda bir hareket
gelişme yönünde atılan bir adım değil, olsa olsa az gelişmişliğin
bir göstergesi olacaktır”. Bu görüşlere katılmamak mümkün
değildir.
Nükleer
santrallerin neden bunca itiraza rağmen gündeme geldiği konusunda akılcı
bir yanıtı kentlerinde bir nükleer santral kurulması planlanan
Sinop Çevre Dostları Derneği vermektedir. Derneğin yayınladığı
bir broşürde şöyle deniyor: “Nükleer santral teknolojisine sahip
olan ülkelerin firmaları, kendi ülkelerinden ve diğer gelişmiş
ülkelerden yeni sipariş alamaz duruma düştüler. Böyle giderse
iflas edeceklerdir. Bu nedenle geri kalmış ülkelerde 1 milyar dolara
varan rüşvet dağıtmayı bile göze alarak, yerli işbirlikçiler
aramaya başlamışlardır”.
Enerji,
sanayinin temel girdisidir ve bir ülkenin gelişmişlik düzeyi ile
ilgilidir. Enerji türleri arasında elektrik enerjisinin kullanım oranı
gün geçtikçe artmaktadır. Günümüzde elektrik enerjisinin dünyada
genel enerji tüketimi içindeki payı yüzde 35 iken bu oranın 2020 yılına
kadar yüzde 40-50’lere varacağı tahmin edilmektedir. Enerji
gereksinmesinin karşılanması zorunludur. Lenin bir zamanlar;
“Komünizm Sovyet gücü, artı tüm ülkenin elektriğe kavuşmasıdır” demişti. Teknolojik gelişmenin durdurulması mümkün değildir.
Dünya fosil yakıt potansiyelini tüketmek üzeredir. Ve alternatif enerji
kaynaklarının bulunması zorunlu hale gelmiştir.
Ancak füzyon
reaksiyonuna göre çalışan santraller ömürlerini tamamlamış
ve artık demode olmuşlardır. Bugün geleceğin enerji
sorununu kökten çözeceği düşünülen az riskli ve çok ucuz enerji
üretecek füzyon reaktörlerinden yani atomun parçalanma değil, birleşme
enerjisinden yararlanacak santrallerden söz edilmektedir. Risksiz ve temiz olduğu
öne sürülen bu teknoloji henüz gelişim aşamasındadır. Ve
sonuçları henüz bilinmemektedir. Bu yüzden yenilenebilir enerji
kaynakları gündemdedir. Bilinen, eski teknolojilerin geri kalmış
ülkelere ihraç edileceğidir. Geri kalmış bir ülkeye yapılan
3,5 milyarlık bir yatırımda en az 250 milyon dolarlıkkomisyon, provizyon ve “belgesi olmayan borç” gibi ödemeler söz konusu
olmaktadır. Bu da pek çok kişi ve kurumun iştahını
kabartan büyük bir meblağdır. Bunca reaktör taraftarlığının
altında yatan kamu çıkarı değil, nükleer güç
hevesleriyle yönetenlerin yüksek menfaatleridir.
Kapitalizm mantığı
budur. Kapitalist üretim insanı ücretli köle durumuna getirip sömürerek,
doğayı yağmalayarak ve her şeyi metalaştırıp
çürüterek insanlığı ve uygarlığı bir yok oluşun
sınırına getirmiştir. Sadece kaynakları yok etmemiş
aynı zamanda kirletmiştir. İnsanın kirlenmesiyle doğal
çevrenin kirlenmesi aynı sürecin iki yüzüdür. Her iki kirlenme de ölümcüldür
ve birbirini beslemektedir. Çernobil felaketinin ardından Türkiye’de yaşayanları
bu çerçevede düşünmek gerekmektedir. Öyle ki, sözde bilim insanları,
bakanlar, öğretim görevlileri sorulduğunda Özemre gibi; “devletin
yüksek çıkarları söz konusuydu” diyerek yalan söyleyebilmektedir.
Bu devletin yüksek çıkarları yurttaşlarının
radyasyonla zehirlenmesini gerektirebilmektedir!
Serbest pazarın
nimetleri ile Türkiye’yi nükleer atık deposu haline getirmektedir.
Isparta ve Konya’dan sonra sırada Toroslar vardır. Her şey alınıp
satılıyorsa, her şey pazara çıkmışsa elbette Türkiye’de
nükleer çöplük olacaktır! Emperyalist kapitalistler dünyanın üretilmiş
zenginliklerini talan ettiler. Avrupa dışındaki tüm halkları
köleleştirdiler. Onların emeklerini ve doğal kaynaklarını
yağmaladılar. Şimdi sıra hurdalarını kakalamaya,
her türlü pisliklerini depolamaya geldi. Doksanların başında Dünya
Bankası’nın ünlü iktisatçılarından Lawrence Summers, Çok
Uluslu Şirketlere (ÇUŞ) ve iş adamlarına; kirlenmenin
sosyal maliyetini düşürmenin en iyi yolunun kirleten fabrikaları az
gelişmiş ülkelere göndermek olduğunu söylemişti. Onun
gerekçesi; Batı da ortalama bir insanın yaşam maliyetinin Üçüncü
Dünya’dakilerden yüksek olmasıydı!
Kapitalizm koşullarında bilim ve teknolojinin gelişmesinin
bir avuç seçkin dışında insanlık ailesine yapacağı
bir katkı yoktur. Dünyanın bütün ezilenlerinin payına gelişmenin
olumsuz sonuçlarına katlanmak düşmektedir. Gelişmenin sürekli
engellenmesi ise mümkün değildir. Yapılması gereken
teknolojinin doğa, insan ve çevreyle birlikte gelişimini sağlayacak
yolu açmaktır. Bu ise başka bir düzen ve başka bir düzlem
sorunudur. Seçenek ise ikidir. Ve aslında tektir: SOSYALİZM.
Tıpkı Nazım’ın dediği gibi;
“Acayipleşti havalar
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar
Stronsiyum 90 yağıyormuş
aşa, süte, ete, umuda, hürriyete
kapısını
çaldığımız büyük hasrete
Kendi kendimizle yarışmadayız gülüm
Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı
Ya dünyamıza
inecek ölüm”
ÜSTÜMÜZDEN GEÇTİ BULUT: [1] [2] [3]
Kaynak: Sanat ve Hayat / Sayı 17 / Ağustos - Eylül 2005 / |