|  
             BAŞBAKANLIK 
              İNSAN HAKLARI DANIŞMA KURULU 
               "Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar 
              Çalışma Grubu" Raporu (Ekim 2004) 
            (Çalışma 
              Grubu üyelerince Temmuz 2003 toplantısında imzalanan raporun, 
              01 Ekim 2004 itibariyle güncelleştirilmiş ve Genel Kurulca 
              kabul edilmiş biçiminin 22 Ekim 2004 tarihinde Başbakanlığa 
              takdim edilmiş şeklidir) 
            1) 
              DÜNYADA AZINLIK KAVRAMI VE TANIMI 
            "Azınlık" 
              kavramı dünyada 16. yüzyıldan bugüne kullanılmaktadır. 
              Mutlakıyetçi krallık adı verilen yönetim biçimi kurulunca 
              ve yaklaşık aynı zaman dilimi içinde dinsel azınlıklar 
              ortaya çıkınca (Katolik krallıklarda Protestanlar, 
              Protestan krallıklarda Katolikler) bu azınlıkların 
              karşılıklı olarak korunması gerekmiş 
              ve ancak o zaman azınlık kavramı ortaya çıkmıştır. 
              1789'dan sonra dinsel azınlıkların yanına bir 
              de ulusal azınlık kavramı eklenecektir. Avrupa devletleri 
              bu azınlıkları korumayı kendi içlerinde hallettikten 
              sonra kendi dışlarına dönmüşler ve Osmanlı 
              İmparatorluğu içindeki gayrimüslimleri koruma ve bu sayede 
              de Osmanlı'ya müdahale etme çabalarına girişmişlerdir. 
              Sonuçta Avrupa ülkeleri birbirleriyle çatışmaya başlamışlar, 
              böylece ortaya "Şark Meselesi" (Doğu Sorunu) 
              çıkmıştır.  
            Bu 
              uluslararası koruma çabaları önce tek taraflı koruma 
              fermanları (ör. 1598 Nant Fermanı) ve ikili antlaşmalar 
              (ör. 1699 Karlofça Antlaşması) biçiminde başlamış, 
              19. yüzyılda çok taraflı antlaşmalar (ör. 1856 Paris 
              Antlaşması) evresine geçmiş ve nihayet 1920'de Milletler 
              Cemiyeti'nin kurulmasıyla "uluslararası örgüt güvencesinde 
              azınlık koruması" dönemi açılmıştır. 
              Dünya şu anda da bu evrededir ve uluslararası azınlık 
              koruma mekanizması Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, 
              Avrupa Birliği, AGİT gibi kuruluşların şemsiyesi 
              altında yürümektedir.  
            2) 
              TÜRKİYE'DE AZINLIK KAVRAMI, TANIMI, KÜLTÜREL HAKLAR  
            Milletler 
              Cemiyeti döneminden bu yana azınlık kavramının 
              ölçütü üçlüdür: etnik, dilsel, dinsel azınlıklar. Bununla 
              birlikte, Türkiye 1923 Lozan'da bunların üçünü de kabul etmemiş 
              ve yalnızca gayrimüslim yurttaşların azınlık 
              olduğunu ve dolayısıyla uluslararası azınlık 
              korumasından yararlanabileceğini kabul ettirmiştir. 
              Bununla birlikte, aradan yaklaşık seksen yıl geçmiş 
              olduğu ve bu arada dünyadaki azınlık kavramı, 
              tanımı ve hakları büyük gelişme gösterdiği 
              için Türkiye ciddi sıkıntılarla karşı karşıya 
              kalmaktadır. Üstelik, 1990'dan sonra azınlık hakları 
              hem mekân hem de nitelik olarak daha da genişlemiş ve 
              güçlenmiştir. Bu sıkıntılar yalnızca Lozan'ın 
              sınırlı tanımından kaynaklanmamaktadır. 
              Türkiye, imzaladığı uluslararası sözleşmelere  
              getirdiği bir tür rezervle (çekince, ihtirazi kayıt) daha 
              da dar bir kalıp ileri sürmektedir. Bu "Yorum Beyanı"na 
              göre, Türkiye, Lozan'ın yanı sıra 1982 Anayasasının 
              kısıtlamalarını da uluslararası ortamda 
              ileri sürmekte, katıldığı sözleşmelerde 
              getirilen hakların Lozan'da kabul edilenler dışındakilere 
              de getirilmesi ve 1982 Anayasası tarafından yasaklanan 
              haklardan olması halinde uygulanmayacağını 
              bildirmektedir.  
            Türkiye'nin 
              bu konudaki sıkıntılarını iki noktada özetleyebiliriz: 
            1) 
              Türkiye'nin bu sınırlayıcı tutumu, dünyadaki 
              eğilimlere gitgide ters düşmektedir. BM İnsan Hakları 
              Komitesinin 1990'lardaki yorumundan sonra eğilim, bir ülkede 
              azınlık olup olmadığını o ülkeye sormamak 
              ve eğer "etnik, dilsel, dinsel bakımdan farklılık 
              gösteren ve bu farklılığı kimliğinin ayrılmaz 
              parçası sayan" gruplar varsa, o devlette azınlık 
              bulunduğunu kabul etmek yönündedir. Fakat, bunlara azınlık 
              statüsü tanıyıp tanımamak tamamen ulus-devletin yetki 
              alanına girer. 
            Burada 
              hemen belirtelim ki Avrupa Birliği'nin, Türkiye'den, farklı 
              kültürel gruplara azınlık statüsü ve hakları tanınması 
              yolunda bir talebi kesinlikle yoktur. Yalnızca, kültürel bakımdan 
              farklı bütün yurttaşlara eşit muamele yapılmasını 
              istemektedir. Bu nokta çok iyi anlaşılmak zorundadır. 
               
            2) 
              Türkiye Lozan'ı da gerektiği gibi uygulamamaktadır 
              ve dolayısıyla Türkiye'nin bu kurucu antlaşmasının 
              kimi hükümlerini dahi ihlal etmektedir. Bir kere, gayrimüslimlere 
              getirilmiş olan haklar tam olarak uygulanmamaktadır. Hem 
              bu haklar yalnızca üç büyük azınlığa (Ermeni, 
              Musevi, Rum) tanınmakta ve diğer gayrimüslimlere (ör. 
              Süryaniler için madde 40'daki eğitim hakkı) tanınmamaktadır, 
              hem de Lozan Kesim III'ün bu gayrimüslimler dışındakilere 
              uluslararası koruma olmaksızın getirdiği haklar 
              devlet tarafından görmezden gelinmektedir. Birinci duruma örnek 
              olarak, basında "1936 Beyannamesi" olarak ünlenen 
              uygulama, ikinci duruma ise Lozan'ın 39/4 maddesi gösterilebilir. 
              Bu madde, "bütün TC yurttaşları"na, "dilediği 
              dili ticarette, açık ve kapalı toplantılarda, her 
              türlü basın ve yayın araçlarında kullanma" hakkı 
              getirmektedir. Yani bu kullanımın tek istisnası, 
              resmî dairelerdir. Bu konuda,  örneğin radyo ve TV'lerde 
              kimse istediği dilde yayın yapamadığı için 
              03 Ağustos 2002'de Üçüncü Uyum Paketi çıkartılmış, 
              ama o da uygulanamadığı için bir de 30 Temmuz 2003'te 
              Yedinci Paket çıkartılması gerekmiştir. Kasım 
              2003 sonunda RTÜK bu konuda bir yönetmelik hazırlamıştır. 
              Burada da zaman ve mekan kısıtlamaları getirilmiştir. 
              Oysa, örneğin Lozan 39/4 uygulansa, örneğin Kürtçe yayın 
              konusunun getirdiği ve Türkiye'yi boşu boşuna meşgul 
              eden sıkıntılı tartışmalar kendiliğinden 
              sona erecektir. Böyle bir durum, Türkiye'nin dört açıdan çok 
              işine yarayacaktır:  
            1) 
              Türkiye'nin, çok yakın bir gelecekte, zaten bir yararını 
              görmediği "Yorum Beyanı"ndan vazgeçmek zorunda 
              kalacağı kesindir. Bunu AB zoruyla değil, kendi iradesiyle 
              yapması ulusal egemenlik kavramı açısından çok 
              önemlidir ve bu da kendi kurucu antlaşması Lozan'ın 
              hükümlerini uygulamasıyla olacaktır.  
            2) 
              Bir gün, kaçınılmaz olarak, herkes her dilde yayın 
              yapabilecektir. Buna geçişte yeni ve tartışmalı 
              yasalar çıkarmakla uğraşmak yerine, Lozan'ın 
              zaten en az anayasa değerinde olan hükümlerinin uygulandığı 
              gerekçesini ileri sürmek devlet için büyük kolaylık sağlayacaktır. 
               
            3) 
              Türkiye'de uluslararası koruma altında azınlık 
              yaratmamak açısından, bütün yurttaşlara mümkün olduğu 
              kadar geniş özgürlükler verilmesi gerektiği açıktır 
              ve bu madde "tüm TC yurttaşları"ndan söz etmektedir. 
               
            4) 
              Türkiye'de devletin kendi insanına daha insanca muamele yapmasının, 
              ülkede "birlik ve beraberlik" açısından çok 
              yararlı olacağına kuşku yoktur. Çünkü "zorunlu 
              yurttaş"lardan oluşan bir ülke zayıf bir ülkedir. 
              İnsanları mutlu ederek onları "gönüllü yurttaş"lar 
              haline getirmek bizzat devleti kuvvetlendirecektir. Devletin en 
              az çekineceği vatandaş, hakkını verdiği 
              vatandaştır.  
            3) 
              TÜRKİYE'DE İLGİLİ MEVZUAT VE UYGULAMA  
            Türkiye'de 
              azınlıkları ve dolayısıyla kültürel hakları 
              ilgilendiren mevzuat, ülkedeki azınlık kavramı ve 
              haklarından daha kısıtlayıcı durumdadır. 
              Bunun temel kaynağı, Anayasa'nın 3/1 maddesidir: 
              "Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. 
              Dili Türkçedir". Devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğü 
              son derece doğal ve tüm dünyada tartışmasız 
              kabul edilen bir husustur. Fakat "milletin bölünmez bütünlüğü" 
              kavramı, bizlere doğal gibi gelivermekle birlikte, bir 
              Batılıya son derece terstir. Çünkü bu terimi kullanmak 
              milletin tek parça (monolitik) olduğunu söylemektir ki, milleti 
              oluşturan çeşitli alt-kimliklerin inkârı anlamına 
              gelir ve dolayısıyla demokrasinin özüne karşıdır. 
              Bu "yabancı" oluş durumu uluslararası insan 
              hakları alanında şöyle somutlaşmaktadır: 
              Hakların sınırlandırılmasında kullanılan 
              ölçütlerde "milli güvenlik" ve "toprak bütünlüğü" 
              vardır ama, "milletin bütünlüğü" yoktur. İnsan 
              Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) kendi önüne getirilen 
              davalarda, "ülkede azınlıklar bulunduğunu ileri 
              sürme"nin milli güvenlik nedeniyle engellenemeyeceğini 
              belirterek ihlal kararı vermektedir Diğer yandan, "[Türkiye 
              Devletinin] Dili Türkçedir" ibaresini anlamak hepten imkansızdır, 
              çünkü devletin dili olmaz. Resmî dili olur ve o ülkedeki yurttaşlar 
              devletle ilişkilerinde bu resmî dili kullanmanın yanı 
              sıra, ülkede çeşitli diller konuşurlar ve bu dillerde 
              yayın yaparlar. Nitekim, 1961 Anayasasındaki ifade: "Resmî 
              dil Türkçedir" biçimindedir (md.3). Anayasa'nın ve yasaların 
              sayısız maddesinde tekrarlanan "devletin ülkesi ve 
              ulusuyla bölünmez bütünlüğü" ilkesi, "azınlık 
              yaratmak" adı altında kültürel alt-kimlikleri reddeder 
              biçimde yorumlanınca, Türkiye'deki mevzuat, "alt-kimliklerin 
              tanınması" halinde bu bütünlüğün bozulmak istendiğini 
              varsaymaya ve dolayısıyla bunu yapanları "bölücülük/yıkıcılık"la 
              suçlamaya yönelik bir mevzuat olmaktadır. Terörle Mücadele 
              Kanunu, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu, Türkiye Radyo ve Televizyon 
              Kanunu, Dernekler Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu gibi önemli yasalarda 
              "etnik ve dilsel farklılıklara dayanan azınlıkların 
              var olduğunu ileri sürmek yoluyla azınlık yaratmak" 
              şiddetle cezalandırılmaktadır. Anayasa böyle 
              olunca, kimi yasa ve yönetmeliklerde, "Türk" teriminin 
              Atatürk tarafından algılanmış biçimine hiç de 
              benzemeyen hükümler getirilebilmektedir. Örneğin 28 Aralık 
              1988'de  çıkartılan ve 1991'e kadar uygulanan "Sabotajlara 
              Karşı Koruma Yönetmeliği", hangi kategorilerin 
              sabotaj yapabileceklerini sıralarken, gayrimüslim TC vatandaşlarını 
              da "Memleket içindeki yerli yabancılar (Türk tebaalı) 
              ve yabancı ırktan olanlar" diyerek bu kategoriye 
              katmıştır. "Yabancılar tarafından 
              açılmış özel okullar"a "Türk müdür başyardımcısı" 
              atanmasına ilişkin olan 625 sayılı Özel Öğretim 
              Kurumları Kanununun 24/1 maddesi, Türk yurttaşı olan 
              azınlıkların okullarına da uygulanmaktadır. 
              Üstelik, md.24/1 bu başyardımcının "Türk 
              asıllı ve TC uyruklu" olacağını söylemektedir 
              ve bu hüküm halen yürürlüktedir. 1940'lara kadar gayrimüslim yurttaşların 
              "ecanip" (yabancılar) defterine kaydedilmiş 
              olması, 1942 Varlık Vergisinin yasada bulunmayan bir "G" 
              (gayrimüslim) cetveli uygulayarak bu yurttaşlardan Müslümanlara 
              oranla çok daha fazla vergi almış bulunması, 1950'lere 
              kadar askerî okullara ve hatta sivil kurumlara kabul edilmenin "TC 
              tebaasından ve Türk ırkından olmak" şartına 
              bağlı kılınması, bütün bunlar yalnızca 
              geçmişte kalmış olaylar değildir. Bugün de TSK, 
              Dışişleri, Emniyet, MİT başta olmak üzere, 
              üniversiteler dışında gayrimüslim memura rastlanmaz. 
              Bu örnekler "Türk" teriminin ırk ve hatta din bağlamındaki 
              kullanımını yansıttıkları için, 21. 
              Yüzyıl eşiğinde Türkiye'yi uluslararası planda 
              layık olduğu yere ulaşmaktan ciddi biçimde alıkoyan 
              ve içte de ulusal birliği zedeleyen uygulamalardır. 
            4) 
              TÜRKİYE'DE İLGİLİ MAHKEME İÇTİHATLARI 
            Anayasa 
              Mahkemesi ve Siyasal Parti Kapatma Kararları 
            Böyle 
              bir mevzuat karşısında, Anayasa Mahkemesi'nin sık 
              sık parti kapatma kararları aldığına rastlanmaktadır. 
              Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesi'nin, yorum yaparken, hukukun 
              kimi temel kavramlarını gözardı ettiği ve dolayısıyla 
              Türkiye'deki demokrasinin daha da zedelenmesine yol açtığı 
              da doğrudur. Örneğin Mahkeme, Haziran 1994 DEP kapatma 
              kararında "Sınırsız hakları sınırlı 
              haklara, ulusun kendisi olmayı azınlık olmaya dönüştürmenin 
              anlamsız" olduğunu söylerken, "negatif/bireysel 
              hak" (bütün yurttaşlara verilen eşitlik hakları) 
              ile "pozitif/grupsal hak" (yalnızca dezavantajlı 
              yurttaşlara verilen artı haklar) ayrımını 
              bilmezden gelmiştir. Ayrıca, Mahkeme'nin bu ifadesi, çoğunluğa 
              mensup yurttaşları birinci sınıf, azınlığa 
              mensup yurttaşları ise ikinci sınıf addeder 
              niteliktedir. Anayasa Mahkemesi örneğin TEP kapatma kararında, 
              önce farklı kimliklerin varlığından söz etmenin 
              mümkün olduğunu söylemiş, ama hemen arkasından farklı 
              kimlikler bulunduğunu söylemenin "zamanla bütünden kopma 
              eğilimine" gireceğini ekleyerek eski tutumunu sürdürmüştür 
              (TEP kapatma kararı,  E:1979/1, K:1980/1). Bu tutum, Türkiye'de 
              farklı etnik, dinsel, kültürel vs. kökenden kişilerin 
              varlığının tanınmasının, devletin 
              parçalanmasına yol açacağı korkusundan kaynaklanmaktadır. 
            Yargıtay'ın 
              ve Danıştay'ın İlgili Kararları 
            Türkiye'deki 
              kimi yurttaşlar ne yazık ki "yabancı" olarak 
              algılanmaktadır. Fakat, halk arasında böyle bir yanlışın 
              yapılmasının yanı sıra, "1936 Beyannamesi" 
              adıyla tanınan gayrimüslim vakıfları sorununda 
              verdiği kararlarla Yargıtay'ın da bu ciddi yanlışa 
              düştüğü (ve hatta bu yanlışta ısrar ettiği) 
              görülmüştür. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 1974 
              yılında verdiği kararda "...yabancıların 
              Türkiye'de mal edinmeleri yasaklanmış olup..." demek 
              suretiyle, bir gayrimüslim Türk kuruluşu olan Balıklı 
              Rum Hastanesi Vakfı'nın mal edinemeyeceğine karar 
              vermiştir. Savunma avukatlarının bu yanlışlığı 
              belirtmeleri üzerine aynı Kurul bu sefer "Davalı 
              mülhak vakfın Türk vatandaşları tarafından kurulmuş 
              olmasına karşın onama kararında `yabancıların 
              Türkiye'de taşınmaz mal edinmelerini yasaklayan yasalardan 
              söz edilmesi' bir yanılgı sonucudur" demiş ve 
              ilave etmiştir: "[Bu nedenle o tümcenin] düzeltme yoluyla 
              ilamdan çıkartılmasına, bunun dışında... 
              düzeltme isteğinin reddine..." (HGK E:1971/2-820, K:1974/505, 
              08.05.1974).. Yani, Yargıtay yanlışta ısrarlıdır. 
              Fakat böyle yanlışlar millet kavramına çok zarar 
              verici ve Türkiye'yi uluslararası ortamda küçük düşürücü 
              niteliktedir. Bu "1936 Beyannamesi" konusu 02 Ocak 2003'te 
              çıkartılan Dördüncü AB Uyum Paketi'ne sokularak düzeltilmişse 
              de, uygulamada haksızlık bugün de olduğu gibi devam 
              etmektedir. Nitekim 19 Haziran 2003'te çıkartılan Altıncı 
              Uyum Paketi'nde aynı husus yinelenmek zorunda kalınmıştır. 
              Uygulamada ise henüz sonuç alınabilmiş değildir. 
              Son olarak, 1936 Beyannamesi kaldırıldığı 
              halde, Surp Haç Ermeni Lisesi Vakfı'na Hazine'nin Şubat 
              2003'te açtığı davada iddialarını "İçişleri 
              Bakanlığı Azınlık Tali Komisyonu" 
              kararına dayandırmış olması, tek kelimeyle 
              vahim bir durumu yansıtmaktadır. Türkiye'de dinleri çoğunluktan 
              farklı olan yurttaşların malları söz konusu 
              olduğunda, devlet şemasında bulunmayan böyle bir 
              Tali Komisyon devreye girmektedir ki, etnik ve dinsel ayrımcılık 
              konusunda bundan daha dorukta bir örnek vermek herhalde zordur. 
              İdari yargıya gelince, İstanbul 2 Numaralı İdare 
              Mahkemesi bir Rum Ortodoks yurttaşımız hakkında 
              "Yabancı uyruklu TC vatandaşı" terimini 
              kullanmıştır (E:1995/1271, K:1996/552, 17.04.1996). 
              Dahası, İdare Mahkemesi kararının temel dayanağı 
              olan bu çok ilginç terim Danıştay'ın 12. Dairesinin 
              dikkatine sunulduğunda, temyiz nedeni sayılmamış 
              ve mahkemenin kararı oybirliğiyle onaylanmıştır 
              (E:1997/2217, K:1997/4256, 24.12.1997). 
            5) 
              TÜRKİYE'DEKİ DURUMUN TEMELLERİ 
            İncelediğimiz 
              bu azınlıklar konusunun Türkiye'de çok dar ve çok yanlış 
              bir açıdan ele alındığı açıktır. 
              Bu açının temel direkleri şöyle özetlenebilir: 
            1) 
              Türkiye, azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki 
              gelişmelerini izlemek yerine, 1923 yılına takılıp 
              kalmakta, üstelik 1923 Lozan'ı da yanlış/eksik yorumlamaktadır. 
            2) 
              Azınlığın farklı kimliğinin kabulü 
              ile azınlık statüsü/hakları vermek aynı şey 
              sayılmakta/sanılmaktadır. Oysa birincisi objektif 
              bir durumdur, ikincisi ise devletin bileceği iştir. 
            3) 
              Demokrasi anlamına gelen "iç self-determinasyon" 
              ile parçalanma anlamına gelen "dış self-determinasyon" 
              aynı şey sanılmakta ve sonuçta farklı kimliklerin 
              tanınması ile devlet toprağının parçalanması 
              aynı şey sayılmaktadır.  
            4) 
              Millet konusunda teklik ile birlik aynı şey sayılmakta/sanılmakta 
              ve birincinin ikinciyi gitgide tahrip etmekte olduğunun farkına 
              varılmamaktadır.  
            5) 
              Bir millet olarak Türklerden söz ederken, "Türk" teriminin 
              aynı zamanda bir etnik (hatta, dinsel) grup anlamına geldiği 
              görülmemektedir. Bu durumların ortaya çıkmasının, 
              biri kuramsal diğeri de tarihsel/siyasal olmak üzere iki temeli 
              vardır. 
            Kuramsal 
              Neden: Türkiye Cumhuriyeti'nde Alt-Üst Kimlik İlişkisi 
              Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan 
              sonra onun yerine geçerken, onda bulunan alt-kimlikleri (çeşitli 
              etnik, dinsel, vs. grupları) olduğu gibi miras almıştır. 
              Fakat İmparatorluk'daki üst-kimlik (devletin yurttaşına 
              verdiği kimlik) "Osmanlı" iken, Türkiye Cumhuriyeti'nde 
              "Türk" olarak belirlenmiştir. Bu üst-kimlik, vatandaşı 
              ırk ve hatta dinle tanımlama eğilimindedir. Ör. "Yurt 
              dışındaki soydaşlarımız" dendiği 
              zaman Türk etnik kökenden olanlar kastedilmektedir. Diğer yandan 
              "Türk" sayılabilmek için ayrıca "Müslüman" 
              olmak gerektiği, gayrimüslim yurttaşlarımıza 
              "Türk" değil "Vatandaş" denmesinden 
              de bellidir. Türkiye'de hiç kimse örneğin bir Rum veya Musevi 
              yurttaştan söz ettiği zaman "Türk" dememektedir, 
              çünkü Müslüman olmayan bir yurttaştan söz etmektedir. Bunun 
              devlet uygulamasına ilişkin üzücü örnekleri yukarıda 
              yeterince verilmiştir. Bu durum,  kendini Türk ırkından 
              saymayan diğer alt-kimlikleri yabancılaştırmış 
              ve sorun yaratmıştır. Eğer bu üst-kimlik "Türkiyeli" 
              olsaydı, bu durum ortaya çıkmazdı. Çünkü tamamen 
              "toprak" esasına dayandığı ve "kan" 
              esasını tamamen dışladığı için 
              bütün alt-kimlikleri eşit biçimde kucaklayacak ve işin 
              içine etnik, dinsel vs. özellikleri karıştırmamış 
              olacaktı. Bu konuda, 82 Anayasasının vatandaşlık 
              tanımı, Atatürk'ün 1924 Anayasasının tanımından 
              çok daha dardır. 24 Anayasası, "Türkiye Ahalisi" 
              terimini kullanmıştır. Bu terim, yalnızca üzerinde 
              yaşanan toprağa gönderme yaptığına değindiğimiz 
              "Türkiyeli" biçimindeki üst-kimliği çağrıştırmaktadır. 
              Bu üst-kimlik, eskiden özdeş sayılan "milliyet" 
              (belli bir etnik kökene mensubiyet) ile "vatandaşlık" 
              (bireyin devletle hukuksal ilişkisi) kavramlarını 
              ayrı ve bağımsız kavramlar olarak ele almayı 
              sağlayacak ve bu toprakta yaşayan bütün alt-kimlikleri 
              istisnasız kucaklayacaktır. Böylece "Gönüllü" 
              vatandaşlardan oluşacak ulusun, devletini çok daha büyük 
              bir istekle benimseyeceğine hiçbir kuşku yoktur. Tarihsel 
              ve Siyasal Neden: Sevr Sendromu 1990'ların başında 
              Türkiye'nin parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya 
              olduğu hususunda bir "Sevr Sendromu"nun yaşandığı 
              bilinmektedir. Fakat böyle bir havanın bugün de ileri sürülmesi 
              ve bir "paranoya" haline gelmiş olması rahatsız 
              edici ve milleti zayıflatıcı bir durumdur. Bugün 
              Doğu Karadeniz'de bir Pontus Devleti'nin kurulacağından, 
              Dönmelerin Türkiye'yi idare ettiğinden, Fener Patrikhanesinin 
              İstanbul'da bir tür Vatikan devleti kuracağından 
              söz edenler böyle bir havayı yaratmaya özen göstermektedirler. 
              Bu türden bir atmosfer, Türkiye'deki en masum kimlik taleplerini 
              bile Türkiye'nin parçalanmak istendiği biçimde yorumlamakta 
              ve anında bastırmak istemektedir. Bu durum, aynı 
              zamanda, büyük Batılı ülkelerin müdahalesini de davet 
              etmektedir, çünkü Türkiye'nin AB'ye girebilmek için kendi imzasıyla 
              rıza gösterdiği demokrasiye aykırılık oluşturmaktadır. 
              Kendi yurdunda böyle bir paranoyayla demokrasiyi geciktirmek, Türkiye'ye 
              hizmet değildir. Özellikle Kürtçe'nin kullanılması 
              konusunda getirilmek istenen reformlar söz konusu olduğunda, 
              hemen Türkiye'nin parçalanacağından söz edilmekte, bunun 
              terörü canlandıracağı söylenmekte, her türlü reform 
              böyle bir paranoya havası içinde engellenmek istenmektedir. 
              Oysa, bunu yapanlar, reformlar engellendiği takdirde kimi çevrelerin 
              terörü tekrar tek alternatif olarak algılamaya sürüklenebileceğini 
              görmemektedirler. Bununla birlikte, AB'ye hazırlık süreci, 
              Türkiye'deki azınlık hakları ve kültürel haklar konusunu 
              çok olumlu bir sürece sokmuştur. Bu süreç, 1920 ve 30'larda 
              Kemalizm'in ülkeyi çağdaşlaştırmak için "yukarıdan 
              devrim"le yaptığı hukuk reformlarının 
              doğrudan devamı niteliğindedir. Nasıl bu yıllarda 
              Kemalist yukarıdan devrime aşağıdan yukarıya 
              şiddetli tepkiler ("irtica") gelmişse, bugün 
              de bu Uyum Paketlerine tepki gelmektedir. Bu "Sevr Paranoyası"nın 
              beslediği zihniyet, reformlara şiddetle direnmektedir. 
            SONUÇ 
            Yıllarca 
              çok farklı kültürlerin  barındığı 
              Anadolu coğrafyası, kültürel ve tarihsel zenginliklerin 
              de beşiğidir. Osmanlı döneminde ümmet anlayışıyla 
              birçok kimliği bünyesinde barındıran dönemin ardından 
              Türkiye'de tek kültürlü homojen bir ulus oluşturma yolunda 
              ciddi adımlar atılmıştır. Ama farklı 
              kimlik ve kültürler bir mozaik olarak Anadolu topraklarında 
              varlığını sürdürmeye devam etmiştir. 
            Kemalist 
              devrimin yapıldığı 1920 ve 30'larda çok doğal 
              olan bu tutum, bizzat Atatürk'ün "Muasır Medeniyet" 
              tezi icabı artık geride kalmıştır. Bugün 
              Muasır Medeniyet 1920 ve 30'ların Avrupası değil, 
              2000'lerin Avrupasıdır. Artık, vatandaşlık 
              anlayışının yeniden gözden geçirilerek, çağdaş 
              Avrupa'daki çok kimlikli, çok kültürlü, demokratik, özgürlükçü ve 
              çoğulcu bir toplumsal modelin örnek alınması zorunludur. 
            Buna 
              göre özgür, bağımsız, yaratıcı yetenekleri 
              ile kültürel haklarını rahatça kullanabilen, hak ve görevlerinin 
              bilincinde olan bireylerin sahip bulundukları siyasal ve hukuksal 
              statünün tanımlanması gerekir. AB Uyum Yasalarıyla 
              parça parça yapılmak istenen bu tanımlama, 
            a-Bireysel 
              özgürlüklere sahip olma hakkı, 
              b-Ekonomik ve toplumsal olanaklardan özgürce yararlanma hakkı, 
              c-Devlete katılma hakkı, 
              d-Kültürel çoğulculuk hakkı  
            ilkelerinin, 
              yasalarımızın tümünün taranması sonucu hayata 
              geçirilmesiyle mümkündür. Bu ilkelerin uygulanması anlamında: 
            1) 
              Türkiye Cumhuriyeti anayasası ve ilgili yasalar; özgürlükçü, 
              çoğulcu ve demokratik bir içerikte ve toplumun örgütlü kesimlerinin 
              katılımıyla yeni baştan yazılmalıdır. 
            2) 
              Eşit haklı vatandaşlık temelinde, farklı 
              kimlik ve kültüre sahip kişilerin kendi kimliklerini koruma 
              ve geliştirme hakları (yayın, kendini ifade, öğrenim 
              gibi)  güvence altına alınmalıdır. 
             3) 
              Merkezî yönetim ve yerel yönetimler, yurttaşların  
              katılımını ve denetimini esas alacak bir biçimde 
              şeffaflaştırılmalı ve demokratikleştirilmelidir. 
            4) 
              İnsan hak ve özgürlüklerine yönelik evrensel normları 
              içeren uluslararası sözleşmeler ve temel belgeler, özellikle 
              de Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi çekincesiz imzalanarak 
              onaylanmalı ve hayata geçirilmelidir. Bundan sonra, artık 
              uluslararası sözleşmelere Türkiye'deki alt kimliklerin 
              inkarı anlamına gelecek çekinceler ve yorum beyanları 
              getirilmemelidir. 
             
            
           |