Uyari: Bu sayfada Lazca sözcükler için "Alboni Font"(yazı karakteri) kullanılmıştır.
"Windows \ Fonts" dizininde Alboni Font olmayanlar karakterleri yanlış görecektir. Bunun olmaması için
Windows\Fonts dizinine
[Alboni Font'u buradan yükleyebilirsiniz].
Ayrıntılı bilgi için Lazuri Font ya da LazuriPC sayfamızı okuyunuz. |
ANA DİLİNDEN AYRI DÜŞMEK
"Anadil, kesintiye uğramadan yeryüzünü kaplayan bir insan başarısıdır. Anadil, temel dilimizdir. Her insan "benim" dediği bir dil konuşur. Anadilden ayrı düşen, dilini yitirmiş gibidir. Dilini yitirmiş insan, yaşamasa da olur. Ölüm döşeğindeki son sözü kuşkusuz ana dilinde olacaktır. Anadil çekimine karşı konamaz. " Nermi Uygur (Dilin Gücü –1962, 1997)
UNESCO Genel Kurulu 1999 yılında 21 Şubat'ı Uluslararası Ana Dili Günü olarak kabul etti. Uluslararası Ana Dili Günü 2000 yılından beri kutlanmaktadır. UNESCO, 21 Şubat 2002 tarihinde yayınladığı Dünya Dilleri Atlası'nda dünyada konuşulan 6.000 dilin yarısının yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu belirtmişti.
Her ne kadar dil özgürlüğü henüz uluslararası hukuk literatüründe ifade özgürlüğü, din ve inanç özgürlüğü terimlerine eş bir şekilde yer almasa da, 1990 itibariyle insan hakları ve demokratikleşme konulu tartışmalarda dil özgürlüğü sıklıkla yer almaktadır. 1996'da imzalanan BM Uluslararası Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin 27. Maddesi, "Etnik, dini ve dilsel azınlıkların yaşadığı ülkelerde, bu azınlıklara mensup bireyler, grubun diğer üyeleriyle birlikte kendi kültürlerini yaşamak, kendi dillerini ikrar ve tatbik etmek veya kendi dillerini kullanmak haklarından mahrum edilemez" der.
Dilbilim ve tarih uzmanı Andrew Dalby'e[1] göre, yaşadığımız yüzyıl içerisinde en iyi tahmine göre 2.500 dil kaybolacaktır, ve bu ortalama olarak her iki haftada bir dilin ölümü anlamına gelir. Dil ölümü, o dili konuşan son kişinin de ölümü ya da başka bir dile geçmesiyle gerçekleşir. Bu dünya dil zenginliği açısından korkutucu bir gerçektir.
Dil ölümü, şüphesiz sadece etnik dilleri değil, ulusal diller de tehdit etmektedir. Almanya, Fransa, ve Türkiyenin de dahil olduğu birçok ülke kendi dillerini, günümüzün egemen dili haline gelmiş olan İngilizceye kaptırmama gayreti içindeler. İngilizce bugün komünikasyon, bilim, iş, eğlence, ve diplomasi dünyalarının dominant dilidir. Britanya İmparatorluğu'nun etkileri yanı sıra, 2. Dünya Savaşı sonrası ABD'nin dünya üzerinde yoğunlaşan ekonomik ve kültürel etkisi ve telekomünikasyonun (özellikle internetin) gelişmesi bu dilin önemini arttırmıştır. Gene 2. Dünya Savaşı sonrası, İngilizce dominant diplomatik dil olma konusunda Fransızcanın yerini almıştır. Birçok meslek alanında İngilizcenin gerekli hale gelmesi, dünyanın dört yanındaki milletlerin İngilizce öğrenmeye motive olması ile birlikte, pek çok dilin içinde İngilizce kelimeler, bazen ulusal dildeki kelimeleri de elimine ederek, hızla yer almaya devam etmektedir. Buna örnek olarak, ilk aklıma gelen, Türkçedeki ‘eş/ortak' kelimesi yerine ‘partner' kelimesinin kullanımını verebiliriz.
Özellikle son zamanlarda Türkçe'nin ‘kirlenmesi' ne karşı yazılanlara ve başlatılan kampanyalara bakarsak, Türkçe'nin yerine yabancı (özellikle İngilizce) kelimelerin geçmesi, ve dilin bozulmaya başlamasının kaygı konusu haline gelmiş olduğunu görürüz. Yaklaşık iki sene önce Reklam Yaratıcıları Derneği tarafından başlatılan ve Dil Derneği tarafından desteklenen 'Dilimden Utanmıyorum' başlıklı kampanya buna bir örnektir. Herhalde ana dilin önemi, sadece kendi ana dilini kaybetmeye başlandığı zaman anlaşılıyor. Peki, kendi ana dilini kaybederken, başkalarının dillerinin kaybolmasına karşı daha duyarlı olunuyor mu? Türkçe dahil bütün dillerin kaybolmasına veya bozulmasına karşıyız. Ancak, ya onlarca yıldır Türkiye'de yaşayan halkların üzerinde sistematik şekilde uygulanan asimilasyon ve ana dillerini tüketme politikalarına ne demeli!
Ülkemizde sadece onbeş - onaltı yıl öncesine kadar, Kürtçe başta olmak üzere, tüm etnik dillerin konuşulmasının yasak olduğunu biliyoruz. Bugün, göstermelik açılımlar olmasına ve etnik dillerin varlığının kabul edilmesine rağmen, bu dillerin geliştirilmelerinin önündeki engeller devam ediyor. Üniversitelerde Kürtçe eğitim ve öğretim verilmesi için dilekçe veren binlerce genç hakkında soruşturmalar açıldığını ve yüzlercesinin okullarından atıldığını hatırlayalım. En büyük eğitimci sendikası olan Eğitim-Sen, tüzüğünde "ana dilde öğrenim hakkı"na yer verdiği için kapanma tehdidi ile karşılaşmış, ve bu maddeyi tüzüğünden çıkartmak zorunda kalmıştı.
Elbette etnik dillerin konuşulmasının yasaklanması daha eski bir tarihe dayanmaktadır. Örneğin, sözlü kaynaklara göre, 1930'larda dahi okullarda "Lazca ile mücadele" kolları kurulmuştur. 1960'lı yılların ortalarında Sapanca'nın bir Laz köyünde okula gitmiş olan akrabam Sefer Bostancı'nın o yıllara ilişkin aktardıkları, ilkokul çağındaki çocukların nasıl kendi ana dillerini konuşmaktan men edildiklerinin en güzel örneklerinden biridir. [2] Sonuç sistemden yana oldu. Çünkü, bugün Sapanca'da çok az çocuk anne-babasına ilk dili olarak Lazca konuşuyor. Artık çoğu çocuk Lazcayı ancak konuşulduğunda anlıyor ve birkaç kelimeyle cevap verebiliyor. Bunun yanı sıra, Lazca köy ve yer adları da Türkçeye değiştirilmiş, kısaca, günlük yaşamda Lazca'nın kullanılımının tüm yolları dolaylı yollarla da olsa kapatılmıştır.
Bildiğimiz kadar 1930'lar itibariyle başlayan ana dilinde konuşma yasağı, 1980 askeri darbesi sonrası daha katı bir şekilde uygulamaya geçti. Bir köşe yazarı şöyle yazıyor, "12 Eylül sonrası Diyarbakır cezaevine görüşe gelen ve Türkçe bilmeyen analar, on dakikalık görüş süresince oğullarına bakıp, gözleri buğulu buğulu, tek kelime edemeden görüş sürelerini dolduruyordu… Cezaevi duvarlarına büyük harflerle yazılı olan ‘Türkçe konuş, çok konuş' sloganı dönemin asimilasyon sürecinin en iyi tanımlamasıydı." Bu uygulama şüphesiz tek başına Kürtçe için geçerli değildi. 1982 yılında, 7 yaşında bir çocukken siyasi tutuklu olan dayımı ziyarete gittiğimizde ananem onunla Lazca konuşmaya başladı. Yanıbaşımızda duran asker müdahale etti, "Kürtçe konuşmak yasak teyze!" Annem karşı koydu, "Annem Türkçe bilmiyor; sadece Lazca konuşabiliyor." Bunun üzerine asker cevap verdi, "Olsun, yabancı dil konuşmak yasak!". Oysa, çok büyük olasılıkla o askerin annesi de Türkçe konuşamıyordu, zira şivesi bunu gösteriyordu .
Çocukluğumu ve gençliğimi geçirmiş olduğum İngiltere'de orta eğitim yıllarımızda biz bir avuç Türkiyeli çocuk, memleket ile olan bağlarımızın kopmaması için seçmeli Türkçe dersi almıştık. Eğer İngiltere'deki okulumuz bize bir sınıf ve Türkçe öğretmeni tahsis etmemiş olsaydı, misal, belki de ben bu yazıyı Türkçe olarak kaleme alamayacaktım. Bu, ana dilinde öğretimin önemini vurgulamak için küçük bir örnek. Keşke, anne ve babamın ana dili olan Lazcayı öğrenmek için de aynı fırsata sahip olabilseydim... Şimdi bunun açığını, kendi oğlumun Lazca konuşmayı öğrenmesini sağlayarak kapatmaya çalışıyorum.
Burada, İngiltere'dan bahsetmişken, Birleşik Krallıklar'ın ana dillerin korunması konusunda yakın geçmişe kadar örnek ülke profili çizmemiş olduğunun da altına çizmek isterim. Buna örnek İrlanda, Galler ve İskoç dilleridir. 1835'te çoğu 1840'ların Büyük Kıtlığı'nda yok olan yerel halktan veya sonradan kitleler halinde gelen göçmenlerden oluşan 4 milyon kadar İrlanda dilini konuşan insan bulunmaktaydı. 2001 senesinde yapılan nüfüs sayımında, İrlanda dilinin Kuzey İrlanda'nın nüfüsunun %7'si, yani sadece 110,000 kişi tarafından konuşulduğu ortaya çıktı. İskoçya'da nüfüsun sadece %1'i , yani 60,000 kişi İskoç Galcesi konuşabiliyordu. Galler bölgesinde ise, 2001 senesinde halkın %20'si (600,000 kişi) Galce konuştuğu, ve %40'ının ise anladığı ortaya çıktı. Bu %20'lik kesim kendi okullarını açmış bulunmaktalar. Ayrıca, 1971'de tanınan yasa gereği Birleşik Krallıklara bağlı olan Kuzey İrlanda, Galler, ve İskoçya bölgelerinde öğretim çift dil ile (İngilizce, Galler dili, İrlanda dili, veya İskoç dili) veriliyor. İngilizce eğitim saati, yerel dillerinkinden daha fazladır. İki dilde yayın yapan radyo istasyonları ve TV kanalları mevcuttur. Radyo yayını haftada 60, televizyonda 22 saatle sınırlandırılmıştır. Şu çok açık ki, eğer İrlanda dili sadece Birleşik Krallıklar sınırları içine hapsolmuş olsaydı, bu dil hızla ölmeye mahkum olacaktı. Ancak, İrlanda Cumhuriyeti'nin AB'nin üyelerinden biri olması dolayısıyla, İrlanda dili 1 Ocak 2007 tarihi itibariyle 23 resmi AB dilinden biri olma statüsünü kazanmıştır.
İrlanda dili şanslı dillerden biri haline gelmiştir. Ya bizim dilimiz? Aileler çocuklarına "İşine yaramaz, Türkçesi bozulur" gibi yanlış gerekçelerle Lazca öğretme gereğini görmüyorlar. Devlet tarafından Lazca yok sayılıyor, ayrımcılığa tutuluyor. Devlet kanalı TRT'nin ana dilinde yayın yapma hakkının, farklı etnik dillerde yayın yapılmasına rağmen, Lazca için tanınmaması bunun bir göstergesidir. Bunun yanısıra, Megrelce de Gürcistan'da aynı muameleyi görmekte, sosyal ve politik olarak bu dilin Gürcüce'den bağımsız şekilde yaşaması ve geliştirilmesi baskı altında tutulmaktadır. Hiçbir destek görmeksizin, Lazca ve Megrelcenin yaşama şansları yoktur. Tabii eğer biz Lazlar dilimize sahip çıkmaz ve demokratik kültür haklarımızı savunmazsak...
İnsan hakları hareketinin yoğunlaşmasıyla birlikte, Kültür Hakları da yaşam hakkının bir parçası olarak ilgi çekmiştir. Kültür hakları hareketi; kültürleri kaybolma tehlikesi altında olan etnik azınlıkların ve yerli halkların üzerine yoğunlaşır. Kültürel haklar, bir halkın hayatlarının kültürlerine uygun şekilde devamını, ve dillerini yaşatmalarını da içerisine dahil eder. Yani, ana dilini yaşatmak bir demokratik ve kültürel haktır.
‘Uluslararası Ana Dili Eğitim Örgütü' her ülkenin kendi ana dili eğitimine, uluslararası bir sınır kazandırıp tartışma olanağı yaratarak bu eğitimi, işbirliği içinde geliştirme amacını güden bir kuruluştur. Uluslararası Ana Dili Eğitim Örgütü, kurulduktan sonra, 8 Kasım 1982 tarihli sirkülerle, şu ülkeleri işbirliğine çağırmıştır:[3] Belçika, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Macaristan,ve Türkiye.
Bu ülkeler seçilirken başlıca kriter seçilen ülkelerde ana dili eğitiminde ülkenin bir iç sorunu bulunması ve bunun uluslararası bir önem taşımakta olmasıydı. Şu anda, bu ülkelerin içinde hala bu sorunu çözmemiş ve çözmeye yanaşmamış tek ülke Türkiyedir.
Her dilin ölümü; bir tarihin, kültürün ve yüzlerce yıla dayanan bilginin kayboluşudur. Mutlak olan bir şey var ki, o da eğer acil önlemler alınmazsa, dil ölümleri ile birlikte, dünya kültürel açıdan büyük bir erozyona uğrayacaktır. Bugün, dil ölümünün önüne geçmek için Avrupa'da oluşturulan farklı komisyon ve dernekler harekete geçmiştir. Bizim yaşadığımız topraklarda var olan etnik dillerin yaşatılması için öncelikle devlet desteği şarttır. Ana dili öğretimi ev içinde olduğu kadar, okul yıllarında da teşvik edilmelidir. Bunun için, çok kültürlü toplumlarda benimsenen eğitim modellerini baz almak gerekmektedir. Etnik dillerin, okul içerisinde hiç olmazsa seçmeli ders olarak haftada bir kaç saat verilmesi gerekmektedir. Böylece, multi-kültürel bir eğitim sistemi yaratılabilir.
Fakat, her şeyden önce, en büyük görev bizlere düşüyor. Daha fazla geç olmadan, dilimize sahip çıkalım, gelecek nesilleri kendi kültürlerinin bilinciyle, ve ana dilimizi öğreterek yetiştirelim. Aksi halde, ana dilimiz sonsuza kadar toprak altına gömülecektir.
Eylem BOSTANCI / 21 Şubat 2007
[1] - Dalby, Andrew ‘Language in Danger : how language loss threatens our future' (Penguin, 2002)
[2] - " Köydeki (Sapanca-Babadayı köyü) ilkokulda Laz kökenli öğrencilere Lazca konuşmayı yasakladılar. Bu yasak sadece dersle, okulla sınırlı değildi. Aynı zamanda köyde de lazca konuşulmasına öğretmen izin vermiyordu. Bizim okul dönemimizde, bugün aklıma geldiğinde bana çok komik ve de korkutucu gelen bir şeydi bu. Yasak şöyle uygulanıyordu: öğretmen tarafından oluşturulan bir komite, okulda ve okul sonrası evleri dolaşıyor, gizlice evleri dinliyor, köyde Lazca konuşan öğrencileri tespit ederek öğretmene bildiriyordu. Okulda Lazca konuşanlar da derhal öğretmene şikayet edilirdi. Öğretmen de bu öğrencileri, yine öğrencilerden oluşan mahkemeye veriyordu. Çarşamba günleri öğleden sonra mahkeme kurulurdu. Bu, talebelerden oluşan bir mahkemeydi ve görevi Lazca konuşan öğrencileri yargılamaktı. Mahkeme, okulun yaşça büyük öğrencilerinden oluşurdu. Bu öğrenciler, hakim, savcı, mübaşir gibi sıfatlara sahip olurlardı. Başlarında ise öğretmen bulunurdu, Lazca konuşanları tespit eden öğrenciler ise muhbir, polis, komiser gibi sıfatlarla mahkemeye katılırlardı.Mahkemede suçlu öğrenci (!) numarası ile çağırılır ve suçu yüzüne karşı söylenirdi. Örneğin "sen şöyle konuştun, sen şu Lazca kelimeleri söyledin, annene falan zamanında şunu söyledin" gibi açıkça iddia ortaya konurdu. Mahkeme boyunca öğretmen seyirci kalır, mahkemenin seyrine müdahale etmezdi. Öğrencinin savunması alındıktan sonra mahkeme kararını verir ve verilen karar uygulanırdı. Ceza genellikle okulun bodrumunda iki saat süreyle beklemek, ayakta beklemek ya da dayak şeklinde olurdu.Lazca konuşan öğrencileri cezalandırma bütün köylerde vardı, ama her yerde öğrenci mahkemeleri yoktu. Bunun yerine öğretmen, Lazca konuşan öğrenciyi döverek cezalandırırdı." (Sefer Bostancı, 2002, Londra)
[3] - Gögüş, B Yücesan, S. ‘Türkiye'de Bir Türkçe Eğitimi Portresi' (1989)
|