Uyari: Bu sayfada Lazca sözcükler için "Alboni Font"(yazı karakteri) kullanılmıştır.
"Windows \ Fonts" dizininde Alboni Font olmayanlar karakterleri yanlış görecektir. Bunun olmaması için
Windows\Fonts dizinine
[Alboni Font'u buradan yükleyebilirsiniz].
Ayrıntılı bilgi için Lazuri Font ya da LazuriPC sayfamızı okuyunuz. |
Nena Putxun Öara Doskidu*
(Söz Uçar Yazı Kalır)
Bu süreci, sıkıntıyla yaşayanlar, kendileri ebeveyn olduklarında, aynı sıkıntıları çocukları yaşasın istemediler ve ortaya asimile olmuş koca bir kuşak çıktı. Bunun kültürel çözülmeden başka bir anlamı yoktur. Yaşamak, öldürmek, yaşatmak ve tüketmek üzerine.
Çocukluğumun büyük bölümü Lazların yoğun yaşadığı bölgelerde geçti. İlkokulu çeşitli aralıklarla lstanbul ve Ardeşen'de okudum... İlk tanıdığım Lazlar, annem, babam ve babaannem olmuştu... Babaannem, aslında cömert, misafiperver ve yardımsever bir insandı... Ama bazen çekilmez ve bir o kadar da acımasız bir kadın olurdu... Evimizin önündeki kiraz ağacına, meyve vermeye başladığı andan başlayarak, bu meyveler çürüyene kadar çıkmamız ve kiraz toplamamız yasaktı. Dönem dönem serbest olduğu söylense bile esas olarak ağaca çıkmak, gelişi güzel meyve yemek, toplamak da yasaktı. Evimizin önünde Yahudi mezarlığı vardı... Nerede ve nasılolursa olsun onaylanmayan bir yaramazlık yaptığımda babaannem elinde sopasıyla peşime düşerdi... Ardeşen'de kaçtığım yer çay bahçeleriydi, İstanbul'da Yahudi mezarlığı...
Ve koşan hep ben olurdum... Kovalayan bazen annem bazen babaannem... Büyüdüm...
Çok Laz tanıdım... Kendimle hesaplaştım... Kendimi tanıdım... İstanbul'da okumama rağmen, gerek ilkokulda gerekse ortaokulda en çok Türkçe dersinden zayıf alırdım. İlkokul sıralarında hiç unutamadığım bir anım var; ilkokul dördüncü sınıftan sonra ailem İstanbul'dan Ardeşen' e dönmüştü, benim okul nakilim Ardeşen Merkez İlkokulu'na yaptınlmıştl ve orada sınıf arkadaşlarımla tanışmanın heyecanını yaşıyordum. Niçin buraya gelmiştik... Bir tür tersine, zorunlu bir göçmuydu... Ailem benim okumamı istiyordu.,. Bense okuldan o yaşta uzaklaşmış ve soğumuştum... Bunun birçok nedeni vardır... Örnek olarak birini anlatayım, okul sıralarında Türkçemiz gelişsin okuma alışkanlığı ve yazma alışkanlığı kazanalım diye ders öğretmenleri bol bol bir şeyler yazdınp dururlardı, yazdırma işlemi öğretmen tarafından ve ayrıntılı bir şekilde yapılırdı. Okurken vurgu yapılmazdı... Cümlenin sonuna gelecek noktayı ayrıca belirtir, virgülü ayrıca, parantezi ayrıca okurdu. Örneğin, "Günümüzde Lazlar hakkında ciddi, bilimsel aç parantez akademik kapa parantez çalışmalar yapılmamış olması noktalı virgül" gibi cümleleri öğretmenimiz okur bizde yazardık. Ben, duyduğum herşeyi yazma işlemini yürütürken öğretmenim tarafından çok yavaş yazdığım farkedildi. Yanıma yaklaşarak neden yavaş yazdığımı sordu. Ben herşeyin normal olduğunu, ama biraz yavaş yazdığımı söyledim. Öğretmen kağıdımı inceledikten sonra, bana dönerek "sen nokta, virgül ve parantezi yazıyorsun, oysa bunlar işarettir" dedi... Çok utanmıştım... Kafamı eğdim ve dakikalarca düşündüm. Gözlerim doldu. Zilin çalmasını bekliyordum... O ders arası son ders aram olacaktı... Bir daha okula dönmemek üzere hızla uzaklaştım.
Yeniden sıralara oturmam yeni bir okul ve yeni bir yerle bütünleşti. Artık Ardeşen'deydik. İlkokulun kalan kısmını tamamlamak üzere yeniden okul yollarına dönmüştüm. O yıl dördüncü sınıftan beşinci sınıfa geçmiştim, ama Türkçe dersinin zorluğu bir türlü beni terketmiyordu... Amansız bir hastalık gibi yakama yapışmıştı. Ailemde büyüklerim içinde okuyan yoktu. Babaannem çok sonra Türkçe öğrenmişti. Annem ve babam yine ilkokul mezunuydular ve çocuklukları, gençlik yılları Lazca konuşarak geçmişti. Dolayısıyla aile içinde anadilimiz olan Lazca konuşulurdu. Türkçe çok az kullanılırdı ve biz çocuklar için ilkokula başlanınca tanışılan bir dildi. Böyle olunca Türkçe konuşmakta, imla ve kurallarını öğrenmek ve uygulamakta güçlük çekiyordum.
Ve sonuç: Beşinci sınıf, yani ilkokuldan mezun olup ortaokula gideceğimiz yıldı. Okul tatiline haftalar kalmıştı. Karneler verilmeden önce açıklamalar yapılırdı. O dönem (1970-71) okulda kalmak vardı. Ve ben Türkçe dersinden kalmıştım...
Ağladım... Ağlamam da, hıçkırmam da, bağırmam da, olayı aileme anlatmam da Lazca idi. Yenilmiştim evet... Türkçe dersine yenik düşmüştüm, ama bu olayı, derse yenik düşmeyi Türkçe anlatmaktan öte Lazca anlatmak ve olanı biteni Lazca anlama yolunu seçmiştim...
Tekrar İstanbul, tekrar Ardeşen diyerek yıllar geçiyordu... O dönemlerde anlatılan hikayelerin, masalların ve savaş anılarının çoğu Lazca ve Lazlarla ilgiliydi. Bizim yaşadığımız yöre ve özel bir durum içeren ailemizin yapısından dolayı, Laz diline hakim olma ve anlama konusunda şanslıydık. Esas şansızlığımız iki dilde yaşamanın verdiği acılardı ve iki dil bizim için bir şans değil bir zorunluluktu, yaşamanın bir gerekliliğiydi ve biz de öyle algılıyorduk.. İki dilliliğin ve farklı olmanın ne anlama geldiğini, kaçımız gönül rahatlığıyla yanıtlayabiliriz?
Bütün çocukluğum ve ilk gençliğim, bu sıkıntıyı yaşayarak geçti. Hala da acısını duyarım bunun. Annem ve babam, doğdukları ortamda konuşulan dili konuşuyorlardı. Bu, onların hayatlarının bir parçasıydı. O coğrafyanın insanlarının diliydi bu, yüzlerce, binlerce yıldır böyleydi. O dilde anlaşıyorlardı birbirleriyle, aşk sözleri o dilde ifade ediliyordu, kavgalar, kırgınlıklar, ezgiler o dilden yürüyordu; öfke anında küfürler o dilde savruluyordu.., rüyalar da o dilden canlanıyordu.
Bu doğaldı ve bu dili evlerinde konuşmaları, yeni doğan çocuklarına o dilden seslenmeleri de aynı şekilde doğaldı. Doğal olmayan, o dilin yok sayılmasıydı ve kapının eşiğinde bekleyen yeni hayat... Hayatlar... Çocuk daha evden çıktığı anda sarsılıyordu. Bütün dertlerinize ve acılarınıza reğmen kendinizi ifade etmek için dert ve acı yetersizleşiyordu. Anlatmayı bilmek gerekiyordu...
Günümüzde, bazı filologlar, dili dört biçimde inceliyorlar; evdeki dil, sokaktaki dil, görsel dil (tv, müzik), eğitim dili. Buradan yola çıkarak da, bu biçimlerdeki farklılıkların çocuk psikolojisinde neden olacağı sonuçları tartışıyorlar. Evinde anne-babasından ilk sözcükleri öğrenen çocuk, tv.den kavga sözlerini, popüler müzik nakaratlarını alıyor, sokakta vulger bir kültürle ve dille tanışıyor, eğitim sürecinde de bir yarış atı gibi, İngilizce eğitime yönlendiriliyor. Bu sürecin kaçınılmaz sonucu da kişiliklerin daha ilk yıllarda budanması, ya da en azından ciddi biçimde sarsılması oluyor.
Bir de bu çocuğun, ev dilinin başka bir dil olduğunu düşünün... Ben Lazdım, ana dilim Lazcaydı ve doğaldır ki, Türkçe'yi aksanlı konuşuyordum. Bu bir Türkün İngilizceyi bozuk konuşması gibi bir şeydi. Ama aksanım yüzünden bana gülüyorlardı. Sokakta, okulda böyleydi bu. Türkçeyi aksansız konuşma çabası, adeta hayatımı ve giderek ailemin hayatını yönlendiren başlıca neden olmuştu. Mağdur olmayalım diye İstanbul'u terkederek Ardeşen'e dönmüştük örneğin. Sınıfta kalmış bir yıl kaybetmiştim. Aptal olduğumdan mı? Yoksa tembelliğimden mi? İkisi de değil, ben başka bir dili konuşuyor ve düşünüyordum...
Bu durum bende, onulmaz yaralar açtı. Biliyorum ki pek çok Laz da, daha başka kültürlerin insanları gibi aynı sıkıntılan yaşadı. Sistem ve süreç bizi sağlıklı bir eğitime değil, sokağa itiyordu. Seçeneklerimiz, işimiz, hayatımızın akışı, bu ilk bakışta yeterince yerli yerine konamayan neden yüzünden derinden etkileniyor, yönlendiriliyordu.
Bu süreci, sıkıntılan yaşayanlar, kendileri ebeveyn olduklarında, aynı sıkıntıları çocukları yaşasın istemediler ve ortaya asimile olmuş koca bir kuşak çıktı. Bunun kültürel çözülmeden başka bir anlamı yoktur. Bugün büyük şehirlerdeki Laz gençlerin, çocukların pek azı Lazcayı biliyor. Hatta Lazların geleneksel coğrafyasında bile böyle bir durum, aynı boyutlarda olmasa bile söz konusu.
Dünyanın birçok yerinde de durum böyle. Tarih boyunca egemen kültürler, diğer kültürleri çözmüş, etkisizleştirmiştir. Ama artık daha güvenli bir zamanın çocuklarıyız. Dünyanın koşar adım Anglo-Sakson diline ve kültürüne aktığı bir zamanda, yerel kültürleri geliştirmeye çalışmak ilk bakışta anlamlı görünmeyebilir. Ama doğrusu bu değil. İnsanlık, hafızasındaki her kültürü taşımalı, yaşatınalı ve geliştirmelidir ki gelecek daha güvenli ve zengin olsun.
Tersi durumda, bu yerel kültürlerin insanları iflah olmaz bir yabancılaşmaya yakalanır, kendi kökenlerini kendisine bile itiraf edemez. Bunu bir suçmuş gibi gizler, kendini başka o1gulara, saçmalıklara inandırmaya çalışır. Gerici odaklara uşaklığa kadar uzanan belalı bir yoldur bu, insanı ucubeye çevirir, aşağıda aktaracağım SİMA Vakfı pikniğinde yaşadığımız, muhatab olduğumuz çirkinlikler türünden olayların aktörü haline getirir. İki dillilik, milyonlarca insanın yazgısıdır belki, kaçınılmazdır; başka kültürlerle ve insanlarla uzlaşmanın, anlaşmanın gereğidir ama, ille de insanın kendi benliğine düşman olmasını gerektirmez.
Yıllar sonra, çocukluğumu ve ilk gençliğimi gerilerde bıraktığım zamanlar, kendi kendime "ben kimim" sorusunu ciddi biçimde sormaya başlamıştım. Konuştuğumuz dilin ve kültürün ayırımına varmamız, bir başka kültürün ve dilin farkına varmaktan ve hissetmekten geçmekteydi. Lazlık neydi, Lazlar nereden geliyorlardı ve onların tarihi, edebiyatı, dilleri konusunda ne biliyorduk?
Birçok arkadaş, defalarca kimdir Lazlar diye sorular yöneltirlerdi. Yanıt üç aşağı beş yukarı aynı olurdu. Uzun dönem Karadenizde (Pazar, Ardeşen, Fındıklı, Arhavi ve Hopa) yaşayan Lazların kökenini açıklamak için, "Pontos dönmesi", "Rusyadan gelme", "Megrel dönmesi" gibi kavramlar kullanılırdı. Bunlar bizim de verdiğimiz yanıtları kapsıyordu... Ama bütün bunlar öğrenme merakımızı kamçılayan ufak ayrıntılardı... Okunacak bir kaynağa ulaşmak bizleri aşıyordu. Ve kulaktan dolma bir Laz tarihi yaratmıştık...
İlk kez ciddi biçimde sarsılmam gazetecilik yıllarımda olmuştu. Ropörtaj yapmaya gittiğim Laspetkim-İş Sendikasının ikinci başkanı Lazdı. Merakla nereli olduğunu sordum. Sakarya dedi... Bir anlam verememiştim. Kökenini sordum. '78' muhacirleriyiz dedi. Konuyu bilirmiş gibi "öyle mi?" dedim... Ve nice sonra Eski takvimle (1293) '93' harbi denen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'ından sonra bu coğrafyaya göç eden ve Bolu, Bursa, İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Yalova ve Zonguldak'ın çeşitli yörelerine yerleşen Lazların varlığından haberdar olmuştum. Şaşkınlığımı satır aralarına gizleyecek kadar kolaycı bir mantıkla hareket etmedim. İmkanlarım ölçüsünde araştırma-incelemelerde bulundum.
Bir süre sonra yeni bir dönüm noktası olan Laz kültürü, dili ve edebiyatı konularında yayın yapan Ogni dergisi yayınlanmaya başlamıştı. Şimdi daha çok kaynağa ulaşma ve bu tarihi yakından öğrenme şansını yakalamıştık...
Ant Yayınlan tarafından yayıma hazırlanan "Lazların Tarihi" adlı kitap epeyce kafamı karıştırmış ve "acaba" soruları bırakmıştı. Kitaptan öğrendiğime göre, "bir üst kültür"e dahil olduğumuz iddiaları vardı. Aslında Lazıarın Gürcü olduğu ve Laz dilinin bir Gürcü diyalekti olduğunu bu kitapta okumuştum...Doğrusunu sorarsanız ilk tepkim "hadi ordan, egemen kültür her yerde mi aynıdır" sorusu olmuştu. Bugün ise, "evet egemen kültür her yerde aynıdır" anlayışı pekişmiştir. Bir anlamda "Lazların Tarihi" adlı kitabın "ortalığı karıştırmakla" iyi bir işlev yüklendiği kanısındayım. İyi ki karıştırmış ve Lazlar artık daha çok araştırma, inceleme yapmaya gerek duyuyorlar. Yüzyıllardır egemen kültürlerin bir alt kültürünü, o coğrafyada yaşayan diğer kültürleri yok sayma ve boyunduruk altına alma eğilimleri kuşkusuz yeni değil. Türkiye coğrafyasında 20'nin üzerinde etnik grup var ve bunlar kendi dilleriyle, gelenek ve görenekleriyle yaşamaktadır. Bu durumu, bir beton olarak algılamak da gerekmiyor! Dahası tam bir saçmalıktır.
*Bu makale “Kafkasya Yazıları” dergisinin 5. sayısında yayınlanmıştır. İstanbul, Sonbahar 1998. Lazuri.com
|