Uyari: Bu sayfada Lazca sözcükler için "Alboni Font"(yazı karakteri) kullanılmıştır.
"Windows \ Fonts" dizininde Alboni Font olmayanlar karakterleri yanlış görecektir. Bunun olmaması için
Windows\Fonts dizinine
[Alboni Font'u buradan yükleyebilirsiniz].
Ayrıntılı bilgi için Lazuri Font ya da LazuriPC sayfamızı okuyunuz. |
HAYDE BİGA EZDİ JİLE BULUT
(Haydi sopayı al yukarı gidiyoruz)
Ana kucağından inip okul sıralarına oturduğum o döneme ait çocuk hafızamda; sütün toz hali, mile büyüklüğünde renkli şekerler ve yün ipliğini paçavraya sarıp top yaptığımız eciş bücüş yuvarlağın yerini alan renkli lastik toplar gibi birkaç anektod kaldı sadece. Ha bir de anamın dili Lazca'yı konuşurken enseme yediğim öğretmen tokadı ve "Lazca konuşmak yasak!" uyarısı...
Halk arasında "Amerikan Yardımı" olarak bilinen, özde Emperyalist amaçlı "Marshal Planı" nın titizlikle uygulanmaya başlandığı, pembe yağların, miyadı geçmiş süt tozlarının, mile cesametindeki renkli şekerlerin, avuç avuç okul çocuklarına dağıtıldığı dönemlerdir.
Aydınlanmacı anlayışın yürekli eğitimcileri tarafından dünya klasiklerinin Türk diline çevrildiği, insanı, emeği öne çıkarmayı amaçlayan eğitim anlayışının uygulanmaya çalışıldığı 30'lu, 40'lı yıllar gerilerde kalmış, süreç 1950'lere gelmiştir.
Ana kucağından inip okul sıralarına oturduğum o döneme ait çocuk hafızamda; sütün toz hali, mile büyüklüğünde renkli şekerler ve yün ipliğini paçavraya sarıp top yaptığımız eciş bücüş yuvarlağın yerini alan renkli lastik toplar gibi birkaç anektod kaldı sadece. Ha bir de anamın dili Lazca'yı konuşurken enseme yediğim öğretmen tokadı ve "Lazca konuşmak yasak!" uyarısı...
Bu yasak(lama), Türkçe'yi dah çabuk öğrenmemiz için öğretmenlerimizin uyguladığı özel bir yöntem mi idi, yoksa Maarif Vekaleti'nin eğitim politikası mıydı bunu bilemiyorum. Bilsem de konuyu bu çalışmalarımın kapsama alanı içine sokmak istemiyorum ama "Lazca konuşmak yasak!" denince kendimi çıngırağı düşmüş dana gibi hissettiğimi de söylemeden geçemiyeceğim.
O yaşımda başka bir dilin varlığını bile bilmiyordum. Lazca konuşmayacaktım da ne konuşacaktım ki? Yoksa biz, hani şu öğretmenlerimizin konuştuğu dilden mi konuşacaktık? Öğretmenler Türkçe'yi bana göre çok güzel konuşuyorlardı. Açıkçası imreniyorduk. Ama o dilden bildiğimiz on kelimeyi geçmiyordu ki, nasıl olacaktı bu iş?
O zamanlar bizim için "Lazca konuşma" demek, "Hiç konuşma" demekle eşti. İlk zamanlar adeta ağzımız kilitlenmişti. Dilsiz kalmıştık. Sonra sonra çocuklar bir araya gelip bildiğimiz Türkçe kelimelerle, takıldığımız yerde işaretlerle, çok sıkıştık mı Lazca'dan kelimeler alıntılayarak meramımızı anlatmaya çabalıyorduk.
Zamanla Türkçe'yi köşeli tekerlek gibi kullanmaya başladık. Kelime haznem çoğaldı çoğalmasına da onca yıla rağmen Türkçe'min köşeleri hala kırılamadı.
Evimizde sürekli Lazca konuşulurdu. Büyükannem ve onun annesi hiç Türkçe bilmezlerdi. Onları çok fazla sevmemin bir sebebi belki de budur. Meramını kelimelerle yeni yeni ifade eden bir çocuk, sevgisini, kiminle daha iyi anlaşıyorsa ona aktarır herhalde.
Okul benim için önceleri yarı açık ıslahevi gibi idi. Bu sadece dilden kaynaklanmıyordu tabii. On haneli bir mahalleden 400 haneli bir köyün ortasına gidiyorduk ve o güne kadar da mahallenin altından geçen ırmağa (Şişmaniş ğali) inmiş, ondan öteye gidememiştik. Akşam olmadan koşa koşa eve geliyorduk.
İlk zamanlar okuldan eve geldiğimde ancak rahatlıyordum. "Yasak" sadece okulda değildi. Okul yolunda da sürüyordu çünkü. Okul yolunda kazara Lazca bir kelime ağzımızdan kaçsa- ki kaçmaması imkansızdı- üst sınıf öğrencileri ertesi gün öğretmene bildiriyordu, "İştee, oretmenum Nurdoğan Larça üonuşti."
Ve çoğu da Laz olan öğretmenler tarafından ciddi ciddi tartaklanırdık. Şakası yoktu işin. Hangi kelimenin Lazca, hangisinin Türkçe olduğunu da bilmediğimiz için Türkçe'yi tartarak tereddütlü konuşuyorduk. Ama üç yıl sonra bu yasakçı uygulama meyvesini vermiş, Türkçe'de fark edilir bir ilerleme göstermiştik.
Artık okul çevresinde Lazca konuşamıyorduk. Giderek uzaklaştığımız anadilimize karşı duyduğumuz özlemimizi, okul yollarında, daha çok evde gideriyorduk. Okul yollarından öğretmenlerimize laf taşıyıcılar çoktu. Gizlemiyorlardı kendilerini ve bunu sırf öğretmenlerin gözüne girmek için yapıyorlardı. Kazara ağzımızdan Lazca bir kelime çıksa "Larça üonuştun, seni oğretmene diyeceğim" deyip koştururlardı. Öğretmenler de bıkmıştı aslında bu işten. Her gün Lazca konuştukları için onlarca öğrenciye ceza vermekten usanmışlardı.
Bu taşıyıcılara karşı biz de farklı yöntemler geliştiriyorduk tabii. Kimi zaman çantamızdaki "kvali do mçkudi" ye(peynir ve ekmek) ortak ediyor, kimi zaman en iyi elmayı onlara rüşvet verip atlatıyorduk. En etkilisi de onların ağzından kaçan Lazca bir kelimeyi onlara karşı silah olarak kullanmak oluyordu. "Sen diyeceksen ben da derum" deyince her şey bitiyordu. Sırf bu yüzden Sidikli Melahat'in peşinde az koşturmadım.
5. sınıftaki Melahat, okul yolundaki en büyük sorunumuzdu. İki çocuk bir köşede Lazca konuşmayı denesek, nereden peydah olduğu bilinmez başımıza dikilir, "Hımm, Larça üonuşiyursiniz, sizi oğretmene deyeceğim!" deyip, parmağını gez göz arpacık yapıp gözümüze sokardı.
Bir gün Seferişi Cavidi (Cavit Ocaklı) koşa koşa yanıma gelip,
"Arkamızdan Melahat geliyor şimdi onunla Larça konuşacayim" deyince ne kadar şaşırdığımı anlatamam.
"Olmaz, öğretmen, dayak…." dedimse de dinletemedim. Melahat yanımıza yaklaşır yaklaşmaz,
"Melahat! Hayde biga ezdi jile bulut" dedi. (Melahat, haydi sopayı al yukarı gideceğiz) Melahat'in gözleri mal bulmuş mağribi gibi açıldı. Öğretmene taşınacak kelime değil, koca bir cümle bulmuştu.
"Gyorursen sen" dedi tehditle,
"Ne göreceğim?"
"Larça üonuştuğuni oğretmene deyeceğim"
"Git da üaimeüama de, bi da valiye."
Cavit'in bu son cümlesi daha sonra aramızda tekerleme haline geldi. Böylece Melahat'a restini çekmişti Cavit. Hepimiz şaşırmıştık. O kadarını da beklemiyorduk. Melahat hızla arkasına dönüp, heybesine keklik koymuş avcı gibi okul çantasını sallaya sallaya yürümeye başlayınca Cavit:
"Aptal o Larça değil kiii" diye bağırdı. Melahat geri dönüp gözlerini çipildeterek,
"Hee Larça değil" deyince Cavit açıklamaya başladı.
"Bak şimdi, ‘hayde' zaten Turkçadur, ‘biga' Çanakkale'nin bi üezasidur, ‘ezdi' da Turkçadur, araba ezdi, çiçekleri ezdi gibi, ‘jile' da Çanakkale'nun bi üezasidur (Zile), ‘bulut' da Turkçadur, havadaki bulut, Melaat sen buni unut"
Hepimiz afallamıştık. Gerçekten doğru mu söylüyordu Cavit, tüm çocuklar tereddüt içinde idik. Yani Lazca'ya benzer bazı Türkçe kelimeler bulup güya Lazca konuşmuş, Melahat'ı hırsından şişirmişti. Melahat'in de aklı pek yatmamıştı bu açıklamaya bizim gibi. Gözlerini kısmış, avının açığını bekleyen tazı gibi bir süre baktı. Sonra yürümeye devam etti. Hepimiz "Hayde biga ezdi jile bulut" demeye başlamıştık Melahat'in arkasından. Ağlattık sonunda. O akşam yasağı aşmanın sevinci, yarın olacakların tereddüdü ile evlerimize gittik.
Ertesi gün, ilk işi bizleri şikayet etmek oldu Melahat'in. Sabah sabah İlyas öğretmenin karşısına dizildik. Çocuk kalbimin hızlı atışlarını hâlâ duyar gibiyim.
"Niçin Lazca konuştunuz ulan, kenef bardakları!" diye gürledi İlyas öğretmen. Cavit daha cazgırdı bizden ve ‘Suçun' asıl muhatabı da o idi zaten. Hemen savunmaya başladı kendini.
"Biz Larça üonuşmeduk ki oğretmenum"
"Nece konuştunuz oyle ise?"
"Turkça konuşduk oğretmenum" dedi ve dün Melahat'a yaptığı açıklamayı bir bir, kelime kelime sıraladı.
İlyas öğretmen düşündü, taşındı, ince cilalı sopasını bir süre pantolonuna çarpa çarpa voltasını attı. Yasağı kurnazca deldiğimizi o da anlamıştı. Sonunda bıyık altından kurnaz kurnaz gülerek Melahata döndü;
"Doğru, Melahat bunlar Lazca konuşmamışlar basbayağı Türkçe konuşmuşlar" deyip odadan çıkarken geri dönüp Melahata "Bir daha olur olamaz şikayet istemiyorum" deyip gitti.
Olay yılı : 1953
Nurdoğan Demir ABAŞİŞİ / 21.02.2007
Untitled Document
|