Uyari: Bu sayfada Lazca sözcükler için "Alboni Font"(yazı karakteri) kullanılmıştır.
"Windows \ Fonts" dizininde Alboni Font olmayanlar karakterleri yanlış görecektir. Bunun olmaması için
Windows\Fonts dizinine
[Alboni Font'u buradan yükleyebilirsiniz].
Ayrıntılı bilgi için Lazuri Font ya da LazuriPC sayfamızı okuyunuz. |
Lazona'da Bir Bayram
Lazona'da hiç kış görmedim…
Kışını sadece annemlerin anlattıklarıyla biliyorum. Seneler önce dayımın İstanbul'a geldiği zamanlardan birinde, bütün aile bizim evde toplandığımız bir gece elektriklerin kesilmesiyle bol kahkahalı ve ilginç bir gece geçirmiştik. Bütün gece gelmeyen elektrikten kimse şikayetçi olmamış, sanki elektriğin köye henüz gelmediği yıllardaki gibi doyasıya bir sohbet yaşanmıştı.
Büyük dayım, ki içlerinde en haylaz en haşarı olanı, eskiden annem ve diğer kardeşlerine nasıl eşek şakaları yaptığını, çocukluk günlerini, sonra anneannemin o güzel yemeklerini anlatırdı. O kadar çok dinlemiştim ki o yılları, neredeyse hepsini onlarla beraber yaşamış gibi gözümde canlandırabiliyorum. Ama ne kadar da böyle hissetsem onların aldığı tadı asla tam olarak bilememek de biraz üzüyor beni. Belki İstanbul'da doğup yaşamanın birçok avantajı vardı benim için ama Lazona'yı ve anadilimi doyasıya yaşayamamak her zaman içimde bir burukluk bırakacak.
Bayram yerlerinde kurulan salıncaklar, köy düğünleri, orada pişirilen en sıradan yemeğin bile nasıl lezzetli oluşu, hatta annemin bir bayram günü biran önce bayram yerine gitmek için elinin ağrıdığını bahane ederek ekmek yoğurmaktan kaytarıp sonra da salıncaktan düşüp elini kırması, ve teyzemin nişanında sabaha kadar vurulan horonda evin tahta döşemelerinin kırılması… Sanki bunların hepsini ben de yaşamış gibiyim. Ne zaman bir araya gelsek eski albümü çıkarır, siyah beyaz fotoğraflar arasında o günleri tekrar tekrar anlattırırım.
Belki o zaman çok zor ve bıktırıcıydı onlar için o sıcağın altında saatlerce çay toplamak. Ama ne zaman bu fotoğraflara baksalar hepsi o günleri özlemle anıp tekrar dönebilmeyi ne çok istiyorlar. Annem henüz 17 yaşındayken evlenip, o güne kadar yaşadığı dünyasını geride bırakarak İstanbul'a gelmişti. Ve daha o zaman bilmese de bunu, geride bıraktığı Lazona'sını o koca şehirde yaşamaya devam edecekti.
İlk evimiz bahçe içinde, bahçesinde lahanalar ekili olan şirin bir evdi. Belki de annemin 17 yıl yaşadığı yeri geride bırakarak evlenip geldiği İstanbul'daki küçük Lazona'sıydı. Benim Lazona ile ilk tanışmam belki de daha gitmeden annemin kendince yarattığı bu küçük dünyasında oldu.
Annemle birlikte saatlerce bahçeyle uğraşırdık. Ona yardım etmek, bahçeyi sulamak, akşam babama lu zeri pişirmek için lahana toplamak çok hoşuma giderdi. Sobada kaynayan lahananın kokusu bütün eve yayılır, akşam babam işten geldiğinde yüzünde hemen bir gülümseme belirirdi. Ben de hemen koşup kucağına atlar, lahanaları benim topladığımı söylerdim. Bir de elma koyardık sobanın üstüne. Hafif yanık elma kokusu o günleri düşündüğümde hala burnuma gelir. Tadını hala çok net hatırlarım. Ve annem her bayram, bayram helvası kavurduğunda yanık un kokusu bana hep o günleri ve o evimizi, İstanbul'daki küçük Lazona'mızı hatırlatır…
Sanırım 1979 senesinin yazıydı belki de hatırladığım ilk Lazona gezim. O günlerden aklımda kalan en güzel ayrıntı, herkesle beraber dere kenarındaki zenide, sırtımda küçük bir ûiüina(sepet) ile çay topladığım gündür. Ne kadar da ilginç gelmişti bana. Ertesi gün tekrar çay bahçesine gitmek için nasıl da sabırsızlandığımı çok net hatırlıyorum. Bir de derede yüzdüğümüz günleri.
Lazona'ya gitme fikri beni hep heyecanlandırmıştır. Bayram tatilinden yararlanıp gitmeye karar verdiğimizde daha bir ay öncesinden heyecanını yaşamaya başlamıştım. İşte sonunda o gün gelmişti, sabah yola çıkacaktık. Gece sadece iki saat uyuyabildim. Aslında uyusam zaman daha çabuk geçecekti ama hiç uykum yoktu. Üstelik bu heyecanı benimle aynı dozda paylaşan birini de bulunca sohbete doyulamazdı. İki saatlik uykudan sonra telefonumun alarmıyla fırladım. Annem, babam, dayım, amcam, anneannem….herkes gitmeye hazırdı. En çok da ben…
Yola çıktığımızda biran yol hiç bitmeyecekmiş gibi düşündüm, gözümde büyüdü. Ama annemle yolculuk bir başka zevkli oluyor. Yol boyunca yarı şaka yarı ciddi esprileri bizi yolun onca uzunluğu fikrinden uzaklaştırdı. Daha yeni yola çıkmıştık ki müthiş bir öneride bulundu : ” Na ulun arabape üeüebaüoriüot do benzini vaôövikot var iyeni?” Annemin önerisi giden arabaların arkasına arabamızı bağlayıp benzin tasarrufu yapmak. Ama bunu öyle ciddi söylüyor ki bazen bunun espri olmaması ihtimalini de düşünmeden edemiyorum.
Bir süre sonra annem kafasını kaldırmış arabanın tavanına bakıyor.Neye baktığını sorduğumda “ sole comöiy deyi bower “ demez mi. Babam da “kiremitler kırılmış olabilir oradan damlıyordur” diye karşılık veriyor. Babam sigara içerken biraz camı aralamış, oradan yağmur girmiş içeri, hepsi bu….
Böyle zevkli bir yolculuk yapıyoruz, güle oynaya.Yol boyunca, Kazım, Birol ve Gökhan da o güzel ezgileriyle bize eşlik ediyor. Yol boyunca sürekli lazca konuşuyoruz. Her şekilde Lazona'yı yaşamaya başladık bile.
Yolda kurbanlıkları gördüğümüzde annemden yine ilginç bir öneri geliyor : “Arûaşeni pahali iyen, arti puci kocoxunit arabaşi ceride…Dayisüani kelunciri…” O sırada arabanın arka tarafında uyuyan dayım gülme seslerimize uyanıyor ve ona durumu açıklıyoruz. Annemin bu seferki ilginç önerisi ise yoldan kurbanlık alıp arabanın arkasında uyuyan dayımın yanına onu da yatırmak….
Derken büyük dayım arıyor. Sesi ne kadar neşeli ve heyecanlı. Sabırsızlıkla soruyor “Neredesiniz?” diye. Biraz hayal kırıklığı yaşıyor önce, sanırım daha yakınlarda olmamızı umuyordu. Oysa daha epeyce yolumuz var. Annem bana sesleniyor dayıma iletmem için, “yengesüani lu zeri do lazuûi cari doxaziras”… Şimdiden burnuma koktu bile sıcak mısır ekmeği ve lahana ezmesi. Hatta dayım birkaç saat sonra tekrar aradığında gülüyor “lu, ocibute dişiru” derken. Biraz erken mi sipariş verdik yemeğimizi acaba… Baksanıza lahanalar pişmekten erimiş bile ve biz hala yoldayız.
Artık akşam oluyor.İki saate kadar Samsun'a varmış olacağız. Bunun için sabırsızlanıyorum. Çünkü bozkırın ortasında ilerlemekten sıkıldım. Samsun'a vardığımızda herkeste bir rahatlama. Sanırım Karadeniz'e ulaşma fikri buna sebep. Ama hala daha çok yol var. Bir önceki gece de uyumadığım için uyumak istiyorum. Ama Melyat'a geldiğimizde uyandırılmak istediğimi söylüyorum arabayı kullanan dayıma. Her seferinde oradan geçerken aynı heyecanı tekrar tekrar yaşarım. Melyat'a yaklaşırken sesleniyorlar bana. Gözlerimi açtığımda artık Lazona'dayım. Her yer karanlık bir şey göremiyorum ama bu fikir beni heyecanlandırmaya yetiyor. Bir süre sonra Ğera'dayız. İşte sonunda dayımın evindeyiz. Dayıma sarılırken onun ağladığını hissediyorum. Kendimi zor tutuyorum ağlamamak için. Dedemi kaybettikten sonra ilk gelişim buraya. Israrla mezarına gitmek istemiyorum. Sanki bir şekilde öldüğüne karşı koyuyor beynim. Mutfakta yanan üuzinanın etrafına oturuyoruz hemen. Gece saat iki olmasına rağmen güzelim mısır ekmeği ile lahana ezmesini afiyetle yiyoruz. İstanbul'da yediklerime hiç benzemiyor. Sanki daha bir güzel…. Yarın evimize çıkacağız ve bu benim evimizde ve Lazona'da ilk kışım olacak.
Sabah uyandığımda artık kendi evime gitmenin sabırsızlığı içindeyim. Ama önce soba almamız gerekiyor. Daha önce hiç kış kalmadık evimizde. Önceleri bir hafta için sobaya gerek yok dese de bizimkiler, ben bir üuzina alınmasında ısrarlıyım. Hem üuzinasız kışın tadı olur muydu! Ardeşen'den üuzina alıp, alış veriş yapıp köye çıkıyoruz.
Köy yoluna saptığımızda arabayı kullanan amcam “ o kadar duygulandım ki ağlayabilirim” diyor. Sanırım aynı duyguları paylaşıyoruz. Yol boyunca göz alabildiğine yeşil çay bahçeleri, kıvrıla kıvrıla akan dere, kiminin yaprakları dökülse de kimi hala yemyeşil ağaçlar eşlik ediyor bize. Bir de en tepede, zirvelerinde kar olan dağlar .İşte evimiz göründü. Küçükköy'e bağlı incirdip mahallesindeki tek ahşap ev bizimkisi. Zaten mahallede toplam beş ev var. Arabadan iner inmez amcamla beraber önce dereye koşuyoruz. Çocukluğumda, bir yerini bentle kesip derinleştirerek yüzdüğümüz bu dere tam evimizin altından akıyor. Yaza göre suyu azalmış ama aynı güzel ezgiyle akmaya devam ediyor. Şimdiden her gece bu güzel ezgiyle uyuyup, her sabah yine bu ezgiyle uyanma fikri sarıyor beni. Bazen yağmur mu yağıyor yoksa derenin sesi mi anlamak güç.
Annem evi temizlerken biz de amcamla yeni aldığımız üuzinayı önce dışarıda yakıyoruz. Odunlar çıtırdarken birer sigara içiyoruz. İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz o an “ bir hafta çabucak geçecek ve nasıl geri döneceğiz”. İşte o an elinde değneği arkasında kedileriyle bena-şüimi geliyor. Hemen koşup sarılıyorum, önce tanımıyor beni. Söyleyince kim olduğumu ağlamaya başlıyor. Yüz yaşına yakın babamın babaannesi. Sanki her yıl daha da gençleşiyor. Yöre insanının ortak özelliği bu çalışkanlık, bena hala sırtında sepetiyle ot kesmeye gidiyor, bahçe kazıp mısır ekiyor. Belki de hala onun için bu kadar dinç. Çocukluğumdan hatırladığım sürekli Lazca konuştuğu ve Türkçeyi nerdeyse hiç bilmediği. Bir de çok esprili ve deli dolu oluşu. Şimdi daha da kolay anlaşıyoruz. Çünkü artık ben Lazca biliyorum, o da biraz Türkçe…
Evimizi yapalı henüz sadece 3 sene olmuş. Sanırım babam hep yaz için düşünmüş olacak, evde bir baca yok. Şimdiki sorunumuz ise evde bir baca açmak. Matkap bulunamayınca iş biraz zorlaşıyor tabi. Daha ilkel bir yöntem uygulanacak. İşte o an daha önce görmediğim ama ismini lazca kelimeleri derlemeye çalışırken bir arkadaşımdan duyduğum bir marangozluk aleti ile tanışıyorum : “Oûaxu”. Ucu metal, sapı ahşap. Arkasına çekiçle vurulduğunda tahtada istediğimiz baca çıkışını oluşturabileceğiz. Ama sanıldığı kadar kolay olmuyor bu. Babam ve amcam saatlerce uğraşmak zorunda kalıyorlar. Ama hepimizde aynı heyecan, orda olmaktan çok mutluyuz.
Akşam olduğunda soba için ısrar etmemden herkes memnun. Çünkü hava oldukça soğuk ve evimiz şimdi sıcacık.
Yarın bayram ve her bayram olduğu gibi annemle hazırlıklarımız olacak. Önce bureği(Laz böreği) için hamur yoğuruyorum. Annem de bayram helvası için üuzinada un kavuruyor. Yolun yorgunluğunu daha üzerimden atamadan üç tepsi börek açıyorum. Annem de yufkaları üuzinada pişirmeme yardım ediyor. Misafirlerimiz var. Köyde yaşayan amcalar bizdeler. Bir yandan da sohbete kulak veriyorum. Lazca konuşmaya doyuyorum .Çünkü burada nedense daha rahatım ve ben de sürekli Lazca konuşuyorum.
Yarın Bayram…
Nasıl yorulmuşum sabah bir türlü gözlerimi açamıyorum. Oysa her bayram babamlar bayram namazından gelmeden kalkmış olurdum. Bu bir çeşit gelenektir bizde. Erkekler bayram namazından gelmeden ev halkı kalkar, hazırlanır ve bekler. Babam kapıdan girdiğinde sırayla bayramlaşılır. Bayram namazından gelinmeden ev halkı birbiriyle bayramlaşmaz. Babam bu kez kıyamamış bana sanırım. Sitem etmiyor hâlâ uyumama. Babamın amcası gelmiş, sesini duyuyorum. Oldukça esprili biri. Bana sesleniyor “elini öpmeye geldim” diye. Gözlerimi açamıyorum. Bir süre sonra “bari elini açıkta bırak da gelenler öpsün” diye takılıyor. Zorla kalkıyorum. Bu ikinci sabah Lazona'da ve her uyandığımda bir gün daha eksildi diye döneceğimiz günü düşünüp üzülüyorum.
Bugün bayramın ilk günü ve bayram ziyaretlerine gidiyoruz. Önce yukarı babamın köyüne çıkıyoruz. Bizim evimiz köyün bir mahallesinde ve köyden biraz uzakta. Gittiğimiz her evde bayramlaşmadan önce daha eve girmeden bahçeyi geziyor, önce birkaç kare fotoğraf ve görüntü alıyorum. Hafiften yağmur çiseliyor. Yükseklerde yine dumanlar dağların tepelerini örtmüş. Birçoğunu hatırlamakta zorlandığım akrabalarımızı ziyaret ediyoruz.
Sonra Ğera'ya annemin köyüne iniyoruz. Annemin babaannesine gidiyoruz. O da yüz yaşına yakın. Annemi tanıyor görür görmez. Anneme onun adını vermişler. Beni ise uzun uzun baksa da çıkaramıyor. Anneme benzetiyor ama sanırım bu kadar büyüdüğümü hesaba katamıyor. Aslında büyümek yerine yaşlanmak kelimesini kullanma vakti çoktan gelmiş. Sonra ellerimi tutuyor, öpüyor tekrar tekrar beni, ben de o pamuk yanaklarından öpüyorum. Kaç evladını toprağa vermiş, ne acılar yaşamış ama hâlâ ayakta ve sapasağlam. Laz kadınlarına özgü bir direnç bu. Çalışmaktan yılmıyor, çalıştıkça gençleşip dinçleşiyorlar. Zorluklar kolay pes ettiremiyor onları.
Akşam olduğunda anneannemde toplanıyoruz hepimiz. Ev nasıl kalabalık ama bir eksik var ki herkes hissediyor bunu ta derinden: Dedem. Duramıyorum fazla. İki kuzenimle beraber yürüyerek dayımın evine iniyoruz. Uzun uzun konuşuyoruz. İkisi de orda doğup büyümelerine rağmen Lazcayı iyi bilmiyorlar. Bu çok üzüyor beni. Daha önce dayımla onlara gönderdiğim Lazca-Türkçe sözlüğü açıyoruz ve onlara alfabeyi nasıl kullanacaklarını anlatmaya çalışıyorum. Bir de anket bırakıyorum Lazca yer isimleri ile ilgili olan. Araştırmada yardım etmelerini istiyorum. Bir yandan da Lazcaya daha yakından ilgi duymalarını sağlamak amacım. Kayıt cihazımı da onlara bırakıyorum. Çünkü sorulara verilen yanıtları doğru yazamayacaklarından endişeliler.
Zaman burada daha mı hızlı akıyor ne?. Yine gitti bir gün daha. Ben bir program yapmıştım hangi gün nereye gideceğimizle ilgili ama babam beni uyarıyor. Her an kara yakalanabiliriz ve bunun için önceliği yüksek yerlere vermeliyiz. Haklı da. Bu sebeple önce Dutxe, Şangul ve Zğem'e gitmeyi kararlaştırıyoruz.
Yarınki programımız kara yakalanmadan önce Dutxe'ye çıkmak…
Derenin sesiyle uyanıyorum. Ama bu sese yağmur sesi de eklenmiş mi? diye anlamam için kalkıp pencereden bakmam gerekiyor. Ayırt etmek zor. Sanki hiç ara vermeden yağan bir yağmur gibi derenin sesi. Yağmuru böylesine seven ben bu sese doyuyorum burada kaldığım sürece.
Dutxe'ye çıkacağız. Hepimiz ilk kez gidiyoruz, içimizde daha önce giden yok. Dayım, “kimseyi tanımıyoruz, nereye gideceğiz” diye tedirgin olsa da ben çok rahatım. Eminim nasıl karşılanacağımızdan. İnsanların nasıl sıcak bir yakınlıkla bizi karşılayacağını biliyorum. Başımda bir mandili…. Ayağımda jean pantolon olsa da ucunda renkli oyalar sallanan çiçekli siyah bir mandili takıyorum. Yol boyunca eski ahşap evleri, dereyi, uçsuz bucaksız gibi görünen çaylıkları hayran hayran seyrediyorum. Ama köylerdeki betonlaşma üzüyor beni. Şehirden onca uzakta, köyün ortasında 5-6 katlı betonarme binalar çıldırtıyor. Orada neden böyle bir yapıya ihtiyaç duyulduğunu anlamakta zorlanıyorum. Geleneksel mimariden ne kadar uzak ve ne kadar sırıtmış.
İşte Öirixinci'den geçiyoruz. Dayım anlatıyor. Burası eskiden alış veriş merkeziymiş. Dutxe'den inip burada alış veriş yapıyorlarmış. Hatta otel bile varmış. Bir de söz söylüyor dayım eskilerden kalma “ena öirixinci cegolumcasen”. Öirixinci'de misafir almazlarmış kimseyi ve birine ah etmek istesen “Öirixinci'deyken akşam olsun”denirmiş. Şimdi ise dükkânların harabeleri var derenin iki yanında. Öirixinci'den soldan yukarı devam ediyoruz. Dutxe'ye geldik.
Karşı tepelere yeni kar yağmış. Xaliüana'yı soruyoruz rastladığımız ilk kişiye. Tarif ediyor. Xaliüana'da yaşam belirtisi yok, evlerin hepsi kapalı bacalardan duman çıkmıyor. Birkaç fotoğraf çekip Dutxe'nin merkezine dönüyoruz. Bakkala köyün yaşlı kadınlarından biriyle görüşmek istediğimi söylüyorum. Bir evi gösteriyor. Annemle önden gidiyoruz. Babam, amcam ve dayım da arkamızda.
Kapıyı açan evin kızına durumu anlatıyorum. Şaşırıyor tabii, önce babaannesine sesleniyor gelsin diye, ardından içeri buyur ediyor. Hemen üuzinanın bulunduğu mutfağa geçiyoruz. Evin hanımı bizi misafir odasına almak istese de biz sobayı tercih ediyoruz. Babaanne çok esprili, sorduğum sorulara verdiği yanıtlar ilginç. Lazca yer isimleri ile ilgili anket için bahçelerin isimlerini soruyorum kendisine “ne yapacaksın bahçelerimi , satın mı alacaksın” diye gülüyor. ”anlaşırsak neden olmasın” diyorum ben de. İkramlar çıkıyor hemen, baklava, kavurma, ceviz, çay…Sohbet çok güzel ama artık gitmeliyiz. Giderken bizi arabamıza kadar uğurluyorlar. Ben de onları İstanbul'a beklediğimi söylüyor, adres veriyorum. Evin kızları sanki bu çok zor der gibi iç geçiriyorlar...
Yola çıkıyoruz. Bize tarif ettikleri şekilde Şangul'a doğru ilerliyoruz. İşte Şangul'dayız. Her köyde olduğu gibi yerleşim yine dağınık. Mahallelere ayrılmış köy. Kış olduğundan ıssız ve sakin. Kim bilir yazın ne kadar cıvıl cıvıl ve renklidir. Birkaç görüntü alıyoruz amcamla beraber. Babam da bu arada Zğem'e nasıl gideceğimizi öğreniyor. Zğem'e çıkmaya başlıyoruz. Yol burada daha kötü. Köye vardığımızda iki yaşlı amcayla karşılaşıyoruz. Ayak üstü sohbet ediyoruz. Bize karşı köylerin isimlerini söylüyorlar.
Dayım bana isminin “monöe mundi” olduğunu söylediği dağ menekşelerini gösteriyor. Bunların kökü bir yumru şeklinde ve köpürüyormuş. Hatta sabun olarak kullandıklarını anlatıyor.
Kış olduğundan fazla kimse yok dışarılarda. Yalnız çocuklar var, onlar da bakkala gelmişler. Merakla bakıyorlar. Elimdeki kamera çok ilgilerini çekiyor, görüntülerini alıyorum. Sorularıma yanıt veriyorlar. Lazca bildiklerini duymak çok hoşuma gidiyor. Hava o kadar soğumuş ki ellerimi hissetmiyorum artık.
Eve dönerken, ertesi gün Ayder'e çıkmayı planlıyoruz. Ama önce her hafta Salı günü kurulan pazardan İstanbul'a götürmek için minci ve tereyağı alacağız.
Sabah ilk iş Ardeşen'e inip fotoğrafçıya koşuyoruz amcamla beraber. İşte en büyük hayal kırıklığı o an yaşanıyor. Her iki makinede de film doğru takılmadığı için çektiğimiz hiçbir kare çıkmıyor. Çok sinirleniyorum. Üstelik şansa bırakmamak için kendim takmamış filmi İstanbul'da fotoğrafçıya taktırmıştım. Amcam yanan fotoğrafları bir kenara bırakıp İstanbul'daki fotoğrafçı için üzülmeye başlıyor. Böyle bir hatanın bana rastlaması adam için kötü bir şans tabi. Nasıl kurtulacak acaba elimden. Tazminat davası açmayı bile düşünüyorum o an. ”Tekrar Dutxe yolu göründü” diyorum, amcam gülüyor “delisin” derken.
Ayder yolundayız şimdi. Geldiğimiz günden beri amcamın ve benim en çok istediğimiz şey karın yağmasıydı.İkimiz de hiç karlı halini görmedik Lazona'nın. Bu isteğimizi söylediğimizde de orada yaşayanlar tuhaf tuhaf bakıyorlardı yüzümüze “İstanbul'a hiç kar yağmıyor mu ?” derken. İstanbul'da kar demek, eziyet, trafik rezaleti, keşmekeş vs…demek. Ama burada kar başka güzel olmalı. Çamların üzerinde ve dağların zirvelerinde… Ama kar bize gelmezse biz kara gideriz. İşte Ayder'e yaklaştıkça kar artıyor. Ama burada da aynı üzücü manzara.Ayder betonlara teslim olmuş. Yapılaşma oldukça çirkin ve düzensiz. Güzelim çamların arasında çirkin beton yığınları.
Sonunda karların içindeyiz. Yazın geldiğimizde yemek yediğimiz tesisin içinde horon vurduğumuz yerde şimdi dize kadar kara gömülüyoruz. Çamların üzerindeki karlar inanılmaz güzel görünüyor. Fotoğraflar çekip görüntüler alıyoruz. Gelmişken muxlama da yiyoruz tabii. Şöminenin başında da çaylarımızı içiyoruz.İşte bu her şeye değiyor.
Ayder'den inerken sık sık durup Fırtına'nın görüntülerini alıyorum. Nasıl da coşkuyla akıyor. Yine soğuk engel oluyor daha fazla kalmamıza.
Programda yarın Hopa var. Hopa'ya da ilk gidişim.
Hopa'ya vardığımızda İstanbuldan bir arkadaşımın ablası Canan Abla karşılıyor bizi. Çok sıcak ve içten, sanki daha önceden de tanışıyor gibiyiz. Eve geçiyoruz. Cavit Amca gerçekten anlattıkları gibi. Çok sıcak insanlar hemen kaynaşıyoruz. Hopa'ya gitmişken projemle ilgili bilgi almak istiyor ve Laz yemekleriyle ilgili görüşebileceğim birini soruyorum. arkadaşımın amcasının evine geçiyoruz. Evin girişi bir müzeyi andırıyor. Senelerdir saklanmış eski kap kacak ve eşyalar. Babam çok mutlu oluyor. Çocukluğundan kalma ne varsa unuttuğu hepsini buluyor orda. Ben de daha önce görmediğim bu gereçleri fotoğraflıyor, görüntü alıyorum.
Babam ve Azmi Amca hemen kaynaşıyorlar. Hatta ben yenge ile yemeklerle ilgili konuşurken onlar tavlaya başlamış bile. Babamı yenilmekten gelen telefon kurtarıyor. Harun'un yengesi bizi bekliyor, köye çıkacağız.
Köye çıkıyoruz. Arkadaşımın anne ve babası ile tanışıyorum. Harun da sürekli telefon ediyor. O da bizimle olmayı ne çok istiyor anlayabiliyorum. Burası bir hemşin köyü. Fotoğraflar çekip görüntüler alıyorum.
Hopa'dan ayrılırken ısrarla cumartesi döneceğimizi ama Cuma günü onları köyümüze beklediğimi söylüyorum.
Bir gün daha bitti. Günler çabucak geçiyor. Yarın ikinci kez Dutxe'ye çıkacağım. Babam bu fikirden pek hoşlanmadı. ”Ne gerek var ?” diyor ama ben ısrarlıyım. Mehmet götürecek beni. Sabah Ardeşen'de buluşmak üzere sözleşiyoruz
Sabah Mehmet'le buluşuyoruz ve yine Dutxe yolundayız. Bu kez kar var Dutxe'de
Oradan Şangul'a geçiyoruz. Oraya da yeni kar yağmış. Fotoğraflar çekiyorum ama aklım hala bir önceki yanan filmde. Çünkü bu kez hava o kadar uygun değil fotoğrafa. Fazlasıyla sisli ve kapalı.
Şangul'daki cami çevrenin en eski camisi. Ahşap ve içi çok güzel.Sonradan yapılan beton eklentiler olmasaydı keşke. Ama yine de çok güzel görünüyor.
Yolda sık sık fotoğraf ve görüntü almak için duruyoruz. Mehmet çevreyi iyi biliyor. Onun rehberliği ile gezim daha da güzel bir hal alıyor.
Kış olmasına rağmen oldukça yeşil bir burği topluluğu görüyoruz. Daha önce hiç görmemiştim bu bitkiyi. Yapraklarından da yemek yapılıyor : burği tağaneri.
Sonra Mehmetlerin köyü olan Salonöe‘ye çıkıyoruz. Fotoğraf için geç kalmışız, hava iyice kapamış. Ama kameraya görüntü alıyoruz. Bir yandan Karadeniz göz alabildiğine, bir yandan da sis olmasa Kaçkarları göreceğiz. Köyün tepesinde iniyorum arabadan. Hava soğuk ama derin bir nefes alıyorum. Etrafıma bakıyorum bir süre. Lazona'ya böyle yukardan bakmak garip bir duygu. Kendimi olabildiğince özgür hissediyorum denizin ve yeşilin buluştuğu bu noktada.
Ertesi gün Hopa'dan misafirlerim geliyor. Tekrar ne zaman görüşeceğiz kim bilir. İstanbul'a beklediğimi söylüyorum.
Ve Lazona'da son gecemiz, yarın dönüyoruz.
Gece inanılmaz gürültüyle yağıyor yağmur, arkasından da dolu. Bir ara dere bizi alıp götürecek sanıyorum.
Sabah toparlanmaya başlıyoruz artık. Annem evinden nasıl ayrılacağını düşünüyor. Evden çıkarken dönüp dönüp bakıyoruz geriye. Bena ağlamaya başlıyor “Bir daha görebilecek miyim sizi ?” diye. Köprüye kadar geliyor arkamızdan. Ah bu geri dönüş… her seferinde aynı hüznü yaşıyoruz. Gelirken nasıl coşkulu ve heyecanlıysak dönerken de bir o kadar hüzünlü ve buruk….
Artık yola çıktık. Dereye, çay bahçelerine, fındıklıklara bakıyorum son bir kez daha. Çarşıya inince denize koşuyorum hemen. Dalgalar ürkütücü, taşlara çarptıkça korkunç sesler çıkarıyor. Karadeniz ile vedalaşıyorum.
Ardeşen'i çıkana kadar arkadaşlara veda etmek için duruyoruz. Artık o uzun yol daha da gözümde büyüyor. Gelirkenki heyecanın yerini hüzün ve burukluk kapladı yine….
08.02.2004
|