Karadenizlinin HES İsyanı Ve Ekolojik Duyarlılık
Foto. Kaynak: Karadeniz İsyandır Platformu |
Hidroelektrik Santraller (HES'ler), insanlığın bugününü ve geleceğini ciddi
olarak tehdit eden fosil yakıtlar ve nükleer santrallerle karşılaştırıldığında
tercih edilebilir enerji kaynakları olarak görülebilir. Meseleyi böyle "saf haliyle" ele alırsanız HES karşıtlığınızın kabul edilebilir
mantıklı açıklamasını yapmakta zorluk çekebilirsiniz; suyun potansiyel
enerjisini mekanik enerjiye, mekanik enerjinin de elektrik enerjisine
dönüştürülmesini sağlayan temiz enerji kaynağı HES'e karşı çıkmak, anlamsız
bulunabilir. HES "işine" girmiş şirket sahipleri ile iktidar sözcüleri de halkı
"ikna etmek" ve HES'lere kaşı çıkanları etkisizleştirmek için meseleyi bu minval
üzere ele alıyor!
Elbette, akarsulardan elde edilecek olan enerji ile ilgili projeler, çevre ve
insan hayatını tahrip etmeyecek şekilde hazırlanmışsa, buna kimse karşı çıkmaz.
Ve fakat sorunun kaynağı tam da budur; Karadeniz'de kurulan ve kurulacak olan
HES projeleri, "yeryüzünün cenneti" sayılan Karadeniz'i "cehenneme" çevirecek ve
Karadeniz insanını toprağın "nimetlerinden" mahrum bırakacak şekilde
hazırlanmıştır…
HES'lerin yapısı ve işleyişi şöyledir: Önce derenin suyu yatağından alınıp bir
yerde biriktirilir. Suyun olabilecek en yüksek hızla yokuş aşağı akışını
sağlamak için tüneller açılır ya da devasa borular döşenir. Uygun bir yerde
türbin ve türbine bağlı santral ve enerji iletişim sistemi kurulur. Biriktirilen
su tünellerden veya borulardan hızla aşağı iner, suyun basıncı ile türbin
dönmeye başlar ve böylece elektrik enerjisi elde edilir. Bu işlemler
gerçekleştirilirken dere yatağı büsbütün susuz kalmasın diye adına "can suyu"
denilen bir parça su bırakılır.
Şimdi; bu HES'lerden biri veya bir kaçı ekosistemi bozmayabilir belki, ama kırk
kilometrelik bir dereye kırk adet HES kurarsanız, olmaz!
Ne var ki ticarileştirilmiş sudan büyük kâr beklentisi içinde olan kapitalist
asalaklar olmazı oldurmaya çalışıyor. Derelerimizin suyuna el konulmuş ve
neredeyse bir kilometreye bir HES kurmaya karar verilmiştir. Karadeniz'de,
bilinen HES projesi sayısı yedi yüz ellidir. Bunun anlamı açık: Planlanan
HES'ler kurulursa dere yatakları susuz kalacak, kaçınılmaz olarak da ekosistem
bozulacak, Karadeniz halkı ekmekten ve sudan mahrum bırakılacaktır. Bilim
insanlarının yaptığı bir araştırmaya göre, HES'ler yüzünden Karadeniz halkı on
ila yirmi yıl içerisinde çaya bile veda etmek zorunda kalacaktır.
İşin en düşündürücü yanlarından biri de şudur: Şayet söz konusu HES'ler kurulur
ve elektrik üretimi gerçekleşirse, bütün bu santrallerin üreteceği elektrikle
Türkiye'nin elektrik ihtiyacının ancak yüzde ikilik bir bölümü karşılanmış
olacaktır. Yani Türkiye'nin elektrik ihtiyacının yüzde ikilik bir bölümü
karşılanacak diye Karadenizli "cehenneme" mahkûm edilmektedir.
İşte, "hamsinin ve mısır ekmeğinin zaferi" için mücadele etmeyi vazife sayan,
duyarlı ve gözü pek Karadenizlinin HES isyanı bundandır.
Fakat bazı Karadenizliler bu isyancıların "terörist" ve dahi "vatan haini"
olduğunu düşünüyorlar!
Bu Karadenizlilerden biri de Başvekil Erdoğan'dır. HES'lere karşı mücadele
edenleri vatan hainliği ve yalancılıkla suçlayan Başvekil şöyle demişti: "Bu
çevreci tipler yalan söylüyor, dereler kurumuyor."
Başvekil Erdoğan böyle diyor, ama memleketi Güneysu'da herkes Gürgen Deresi'nin
kurumaya yüz tuttuğunu çok iyi biliyordu. Ölçüsüz ve insafsızca inşa edilen
HES'lerin dereleri kuruttuğuna ve doğayı tahrip ettiğine tanıklık eden ve
vadilerine yirmiden fazla HES'in kurulacağını öğrenen AKP'li İkizdere Belediye
Başkanı durumu şöyle özetlemişti: "Bu bir cinayettir."
Evet, bu bir cinayettir ve cinayetin asli faili insanlığa karşı sayısız ekolojik
suç işleyen ve işlemeyi sürdüren açgözlü kapitalizmdir. Kapitalizmin defteri
dürülmeden de HES belasından kurtulmak mümkün değildir.
Bu noktada "sol ve ekolojik duyarlılık" meselesine dair bir çift söz etmek
gerekiyor. Ama önce bir saptama yapmalıyım: Türkiye solunun bir kesimindeki
ekolojik duyarsızlığa rağmen artan oranlarda taraftar bulmaya başlayan HES
karşıtı mücadele, genel olarak solun ilgisini çekmeye başlamıştır ve bu umut
vaat eden bir gelişme olarak kayıt altına alınmalıdır…
Devrimcilerin mücadeledeki önceliği, emek – sermaye çelişkisinin çözümüne ayarlı
devrim fikrine bağlıdır. Kuşkusuz bu yaklaşım doğrudur. Ancak buradan hareketle
ekolojik sorunların çözümü için mücadeleyi hafifsemek vahim bir hata
sayılmalıdır. İnsanlığın bütününü doğrudan ilgilendiren ekolojik sorunları,
kapsayıcı bir sosyalist mücadele ve gelecek perspektifiyle ele almak gerekiyor.
Kanımca, asırlık teorik ezberlerle düşünme alışkanlığını terk etmeyi başaran
devrimciler, şimdilerde kapitalizm karşıtlığıyla ilişkilendirilerek sürdürülecek
olan ekolojik mücadelenin devrime ve devrim sonrasına taşınabilir kazanımlarını
görebilirler.
Devrim öncesi süreçlerdeki ekolojik mücadeleyle sağlanacak ekolojik duyarlılık
sayesinde devrimden sonra da ihtiyaç duyulabilecek olan ekolojik mücadelenin
maddi güçleri hazırlanmış olacaktır.
"Devrim sonrasında, sosyalizm koşullarında ekolojik mücadeleye gerek
kalmayacaktır" diyen dostlarımız olabilir. Onlara tarihimize yeniden göz
atmalarını öneririm. Ekolojik duyarlılık bahsinde "sosyalist" tarihimizin ciddi
bir sicil problemi var. Artık aklı eren herkes nükleer santrallerin insanlığı
tehdit eden büyük bir bela olduğunu teslim eder ve nükleer karşıtı mücadeleyi
yaşamsal bir insanlık mücadelesi olarak görür ya, ne yazık ki insanlığın başına
bu belayı musallat eden yalnızca kapitalist haydutlar değildir; dünyanın ilk
nükleer santrali 27 Haziran 1954 tarihinde Sovyetler Birliği'nde açılmıştır. Ve
Çernobil faciasının ağır "faturası" hala ortada durmaktadır. Çin ve ekolojik
duyarlılık meselesine ise hiç girmeyelim!...
Sadık Varer
Lazuri.com / 25.02.2011
|